İhsan ÖZKAN

Varlıkların Değişim İlkesi

İhsan ÖZKAN

Varlıkların Değişim İlkesi

Hayatta var olma biçimimiz aynı zamanda bizim duruşumuzu da gösterir. Müslümanın bir duruşu vardır. Olaylara bakış açısı vardır. Her daim hakkaniyetten yanadır. Zalimin karşısındadır. Komşusu açken kendisi tok yatmaz. Mümin kardeşine düşmanlık beslemez. Dedikoduyu sevmez, kul hakkına dikkat eder, ağzından kötü söz çıkmaması için elinden geleni yapar, ibadetlerini aksatmaz, dünyalığa değer vermez. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v)’e senden sonra ümmetinin başına ne gelmesinden korkuyorsun dediklerinde peygamberimiz (s.a.v), benden sonra ümmetimin dünyevileşmesinden korkuyorum demiştir.  

Ülkemizdeki sanatın, bilimin, felsefenin, kültürün, politikaların belirlenmesinde var olma biçimimiz temel rol oynar. Türkiye 21. Yüzyıla girerken iç ve dış siyasette önceliklerini değiştiriyor. 80 yıldır uygulanan tarihini inkar ve batıya yamanarak her şeyi taklit düzeyinde uygulayan bilim anlayışını değiştiriyor. En önemli dinamiğini kendi tarih, medeniyet ve kültür birikiminden almak istiyor. Bir taraftan kendi köklerine dayanırken bir taraftan da dünyadaki gelişmeleri yakından takip eden bir bakış açısı kazanıyor. 

17. yy.’ın büyük düşünürü Molla Sadra ‘’Varlıklar değişim ilkesini kendi özlerinde barındırırlar’’ demiştir. Bence toplumlarda böyledir. Örneğin toplumumuz 100 sene önce bir anda Batılılaşmadı. Yada dini hayatın merkezine koymaktan vazgeçmedi. Bu durum süreç içerisinde günümüze kadar geldi. Üç yüz yıldır çarpık bir modernleşme ve batılılaşma tarihimiz var. Ancak bu yaşadığımız acı tecrübeleri avantaja çevirmeye yeni yeni başladık. Son yıllarda 750.000 civarı yazma eser tercüme edilip dijitale aktarıldı. İki milyondan fazla eser de tercüme edilmeyi bekliyor. Cumhuriyet döneminde on milyondan fazla yazma eserinde yurt dışına vagonlarla gönderildiği tahmin ediliyor. Aynı topraklarda yaşadığımız, aynı milletten olan ve aynı dili konuşan, bizden dört yüz sene önce eser veren bir ilim adamının kitabını tercüme edilmeden anlayamamamız çok acıklı bir durum aslında.

 Türkiye insanı artık 100 yıl önceki gibi Avrupa-merkezci tarih anlatısının küçük ve sıkıntılı bir parçası olmak istemiyor. Tarihte medeniyet ve değer üreten bütün milletler gibi Türkiye de kendini tarihin önemli aktörlerinden biri olarak görmek istiyor. Türkiye artık tarihin akışını uzaktan ve endişeyle büyük ülkelerin gölgesinde izleyen değil tarihe müdahale etme gücüne ve cesaretine sahip bir öznedir. Ayrıca Türkiye tarihe etki edecek siyasi ve ekonomik imkanlarını her gün biraz daha geliştiriyor.
Bu gelişmeler ülke içindeki sorunlara yaklaşımımızı da değiştiriyor. Düne kadar çözümlenmez kabul edilen başörtüsü, din eğitimi, generallerin sivil alana müdahil olması gibi pek çok sorun tabu olmaktan çıktı ve çözüldü. Türkiye’nin oluşturduğu yeni tasavvur, çarpık modernleşme tarihimizin sırtımıza yüklenen yüklerden kurtulmanın yolunun esaslı bir siyasi-hukuki sistem kurmanın zorunluluğunu ortaya koymaktadır. Çünkü hali hazırdaki sistem darbelere ve hukuk dışı müdahalelere müsait bir yapısı var. Sadece anayasa mahkemesinin bile başına kötü niyetli bir kişi geldiğinde koskoca hukuk sistemini kilitleyip seçilmiş hükümete kafa tutabiliyor. 

Bir hukuk sistemi ne kadar mükemmel olursa olsun bir dizi soyut kurallardan ibaret değildir. Yere çöp atmamak gibi en basit kurallara uymak için bile belirli bir toplumsal olgunluğa, sorumluluk bilincine, sahiplenme duygusuna ihtiyaç vardır. Toplumun yapısına uygun hazırlanmış siyasi-hukuk sistemi, yaşayan bir gerçeklik haline gelmesi için bireylerin ve toplumun o sistemin dayandığı ilkeleri benimsemesi ve yaşatması gerekir. Siyasi sistem ve hukuk düzeninin tarih, kültür, millet, gelenek, hafıza, ortak tasavvur gibi unsurları merkeze oturtması gerekir. Yoksa çarpık modernite tarihimizde görüldüğü üzere sürekli ikileme düşeriz. Ben lisede okurken biyoloji kitapları insanın maymundan geldiğini söylüyordu. Biz hocamıza itiraz ettiğimizde müfredat böyle anlatmak zorundayım derdi. Şimdi de bazı öğretmenler müfredatta olmadığı halde insanın maymundan geldiğini derslerde anlatıyor. İşte bu ikilemi bitirmenin yolu yukarıda bahsettiğimiz siyasi-hukuk düzeninin sağlam bir şekilde ortaya konmasından geçtiğini ve toplumun, bireylerin sisteme saygı duyup özümsemesinden geçtiğini söylüyorum. 

Böyle bir siyasi-hukuk düzeni ahlak ile hukuku, tarih ile sistemi, kültür ve medeniyeti mezcetmemize imkan verir. Sistemin dayandığı ilke ve kuralların insanların maşeri vicdanında, hafızasında, irfanında, tasavvurunda, muhayyilesinde neye tekabül ettiğini dikkate almak zorundayız.

Türkiye'nin siyasi ve kültürel hayatına damgasını vuran dört büyük fikri-siyasi akım vardır: 
1-Kemalist modernleşmeciler 
2-Sağ muhafazakârlık-milliyetçilik 
3- Jakoben solculuk 
4-Batıcı liberallik 

Bu akımların hepsi çarpık Türk modernleşmesinin algı hatalarından, korkularından ve travmalarından nasibini almış kendi dünyasında kendisi için bir küçük Türkiye yaratmaya çalışmışlardır. 
Kemalist modernleşmeciler, batı medeniyetinin tahakkümü altındaki Türkçülüğü seküler bir din olarak vaz ederek bir millet yaratmaya çalışmış ama bunda başarılı olamamıştır. Geniş manasıyla Türk sağı, Aydınlanma ve modernleşmeye köklü eleştiriler getirmemiş; "komünizm tehlikesi" gerekçesiyle kapitalist dünya düzeniyle uyum içinde olmayı tercih etmiş ve kapsamlı bir siyasi-fikri program geliştirmek yerine kültür muhafazakârlığı yapmakla yetinmiştir. Jakoben solculuk, Türkiye'de genellikle darbeci, askerî ve tepeden inmeci devlet yapılarının yanında olmuş ve siyasi kültürümüze olumlu bir katkısı olmamıştır. Sol enternasyonalizm, Türk solunun Türkiye'nin tarihine, dinine ve kültürüne yabancılaşması neticesini doğurmuştur. Son olarak Batıcı liberalizm evrensellik ve demokrasi adına, tarih, kültür, medeniyet, insan ve mekân kavramlarını parantez içine almış ve Türkiye'nin bu alanlardaki birikimine ve milli referanslarına mesafeli durmuştur.          

Yorumlar 1
Yusuf ADA 13 Haziran 2025 06:58

Kalemine sağlık hocam Tespitleriniz çok değerli

Yazarın Diğer Yazıları