Suat DAĞ

Ruhun Aklı – Ruhun Kalbi - Ruhun Dili - 3

Suat DAĞ

 Filozofla örneğinde bilmek, bütün arayış içinde olan uygar insanların temel gaye ve uğraşılarındandır.

 İslam bilmek eylemini önemser. İnsanda gelişmenin esasını öğrenim ve eğitim olarak görür…  Yüksek medeniyet ufku açısından insani oluşumun tartışılmaz bir realite olduğu noktasında müntesiplerine, bilgiyi öğütlemenin ötesinde, İslam emreder. Ve bilginin en üst noktasını, bilginin kaynağına ermek olduğunu önemle belirtir. Bilginin kaynağı ise Yüce Allah’tır. Tıpkı medeni meşruiyetlerin kaynağının da Yüce Allah (C.C.) olduğu gibi… Buda Yüce Allah’ı bilmek ve Yüce Allah’la (C.C.) olmak esasına dayanır. İşte bu eriş ise, beşere medenilikten de öte melek iliğin disiplinini sunar… İnsana yüceliğin ve tarihi bilgeliğin kapısını aralar. Tabi buda, aklın sağlam bilgilerin “yakîn” rehberliğinde “açılım “denilen yeni ufukların seyyahı olmasıyla mümkündür… Böyle oluşlarda, ruhun aklıyla, ruhun kalbiyle ve ruhun diliyle insanı donanımlı kılar.

Efendim mübalağa etmiyorum… Düşünün ki, yeni bilgilerinin, yeni ufukların ve yeni duyguların kapısını insanlığın aklına, kültür ve irfan dünyasına, sunabilen insan, tarihi bir kimlik değil midir? Bu hususta örnekler sayısızdır. Gerçekten de yüzlerce senedir raflardan eksik olmayan eserlerin ve eser sahiplerinin ölümsüzlüklerinin sırrının diğer bir anlamı da tarihe mal olmak değil midir?

Yine varlık noktasında yalın = yüzeysel bilginin, sağlam bir uygarlık kurmayacağı noktasında Dekart’ın görüşlerini irdeleyecek olursak:

Dekart, geometriyi, cebire uygulayarak, kabul etmek gerekir ki, muhteşem zekâsıyla fen bilimlerine evrensel hizmette bulunmuştur. Ancak, iddia ettiği gibi, geometriye olan sonsuz güveni, fizik ve kimya gibi deneysel bilimlerin bazı safhalarında işe yaramamış, Dekart’ın bütün bilimlere önerdiği geometri, yerini “deney” dediğimiz, deneme – yanılma metoduna bırakmıştır. Tutarsızlık noktasında, bir görüşün ciddi bir çelişkisidir.

Buradaki en büyük çelişkisi filozofların yanılmış olmaları değil, yanıldıkları konuda iddiacı olmalarıdır.

Oysa kendisini önemsizliklerden tecrit ederek, Allah’la (C.C.) olan müminler, ruhun aklıyla bilenlerdir. Ruhun aklıyla bilenler, bildikleri alanlara rehberlik etmiş, bilmedikleri konuda susarak, “kaybı Allah bilir” diyerek yanıltıcı ve iddiacı olmamışlardır. Onun için birbirleriyle çelişen bir dolu felsefe ekollerinin yanında, Kuran ve sünnete dayanan, tasavvuf ekollerinin, temel konularda birbirleriyle çelişkileri yok denecek kadar azdır. Yine ruhun aklıyla bilmeyen, ruhun kalbinin sezgisiyle hissetmeyen insanlar görüngüde ve maddenin çözümlenmesinde mana aramayı prensip edinmiş ve bulgularını “metafizik” dedikleri mana kapsamında yorumlamışlardır. Ve maddenin esrarına muhtevi bir mana âlemi kurgulamışlar veya o kadarıyla yetinmek durumunda kalmışlardır. Mistisizm örneğinde…  Çünkü Mistisizm terbiye ve disipline edilen insan nefsinin, bir takım ruhsal keyfiyet ve kabiliyet kazanmasıdır. Yni şeytanın ve nefsin serbest müdahale alanı olan, bir keyfiyetle zihinsel gelişim göstermesidir. Takdir edersiniz ki, düşünce dünyamız  pozitif ve negatif yönde zihinsel faaliyetlere aktive edilebilir. Bunların metafizikleri ise serap ve yanıltıcıdır. Çünkü sağlam bilgi elde edilmeden kazanılan ruhi gelişmelerin sunduğu cazibeli bilgi = (algı renkliliği demek daha doğru olur) renkliliği ve idrak alanları ciddi hakiki algı ve bilgi mertebeleri değildir. İşte iman, amel, ilim ve aşk gibi öteler yasasını inanç, düşünce ve gönül dünyalarına kutlu materyal yapmadıklarından, iddia ettikleri asıl gerçeklik (idea= aşkın gerçeklik; felsefi terim) ancak fen bilimlerinin rehberliğinde, derin düşünceyle hissedilen şeklindedir. Yani bu derin düşünceden kastımız. Ruhun sezgisel fonksiyonlarının bir miktar aktif kılınmasıyla, sezilen, yanıltıcı bir öte algısı şeklindedir. Çünkü Mülheme Nefis Basamağı, dinli – dinsiz herkesin istifade edebileceği ortak bir manevi alan ve ya nefis mevkidir… Tabi ki Mülhime Nefis Basamağının da çalışmayla elde edilen ve enteresan bir kültürü söz konusudur. (mülhime nefis basamağının, insanın ruh ve zihin dünyasındaki etkinliğini ve özelliğini kaynak tasavvufi kitaplarından öğrenilebilir.)

İşte filozoflar, akıl ve gönüllerini = kalplerini (bilgi, sezgi ve duygu alanlarını) daha ileri nefis basamaklarıyla donatamadıkları için, Mevlana’lar, gazaliler, Farabiler örneğinde derinlerin dalgıcı olamamışlardır. Tasavvuf ekollerinin insan bilincine açtığı azametli idrak alanlarının, “yüksek şuur, hayranlık ve sevda” dediğimiz gelişmiş gönül öğeleriyle dünyalarını, aydınlatamamışlardır. Ve İslami anlamda mümin olmayan süper zekâlar, cins beyinler, yazık ki tasavvuf kültürünün inci ve mercanlarıyla ekollerini süsleyememişlerdir. Onun için filozoflar, mutasavvıfların ortak tecrübesi olan, Yakın Mertebelerinin Kültürüyle örtüşen, literatüre uygun bilgi ve sezgi dile getirememişlerdir.

Bu konuya devam edeceğiz inşallah…

Selam ve saygılarımla

Yazarın Diğer Yazıları