M. Celal Fedai

Başbakan'ın AKP'yle İmtihanı

M. Celal Fedai


AKP’ye yazılarıyla destek veren köşe yazarlarına bakıyorum da bu partiye oy veren milyonların idrakinden pek uzak görüyorum onları. Sanki kolektif bir şuurla zihinlerini tutuklamışlar. Birbirleriyle yarışır bir çaba içinde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olması uğruna kalem akıtıyorlar. Benzer çaba, bakanlar ve milletvekillerinde de görülüyor. Onları anlamak mümkün. Yeni bir seçimden çıkıldı ve hepsi iyi biliyorlar ki liderleri, liderliğinin hakkını verdi. Dolayısıyla Cumhurbaşkanlığı makamı, Başbakan’ın hakkıdır. CHP, MHP ve başka bazı kesimler de “Başbakan, Cumhurbaşkanı olmaz” dedikçe, bakanların, milletvekillerinin kızgınlıkları artıyor. “Hayır”, diyorlar; “Recep Tayyip Erdoğan, Cumhurbaşkanı olacak.” Dediğim gibi, milletvekilleri ve bakanları anlamak mümkün ama köşe yazarlarının, birer bakan ve milletvekili edasıyla serbestçe düşünmeyi bırakıp kolektif bir şuurla koro oluşturmaları, hak verilebilecek şey değil.

Ülkemin ve dünyanın siyasî gündemi üzerine düşüncelerimi ölçüp biçerken şairce sezgilerimin beni yönlendirmesine hep açık tutmaya çalışıyorum kendimi. Şair sezgileri, düşüncenin doğru aletleriyle ölçülüp tartılabilirse basiret ve feraset için göz aydınlığı verebilir şaire. Allah’a sığınmak gerek bu konuda da elbette. Yoksa şairane bir dünya tasavvuru, Yahudi karşıtı olacağım derken Mussolini’yi destekleyen Ezra Pound’un durumuna getirir şairi. Bilmem dikkat ettiniz mi? “Getirir” dedim de “düşürür” demedim. Pound, bir duruma düşmüştür Mussolini’yi desteklemekle ama onun düştüğü durum, ikinci paylaşım savaşı sonrasında “ayakta dimdik olan”ların nicesinden üstündür. Doğru teşhisi yapmıştır dünyayı döndüren paradigmalar hakkında. Lakin Çin’i, Konfüçyüs’ü öğrenen Pound, İslam’ı, İbn-i Arabi’yi bilmekten geri durur. Ömrünün son deminde Allen Ginsberg’e “Semptom’u nedenle karıştırdım” demesi için çok geçtir artık. Tefecilik, faiz (usura) nedeniyle Yahudilere karşıdır. Ama karşı olması gereken şey, faizin kendisidir. Yahudilerin adı faizle özdeşleştiği için Pound, onlara karşı olmuştur. Lakin doğru olarak öne sürdüğü ekonomik strüktür, insanı tanımaktan uzaktır. İnsanı tanımayan sosyalizm neyse, şairin tezleri de odur. Pound, ne yazık ki İslam’ı neredeyse hiç bilmez. O, Doğu’ya yöneldiğinde bile seçimini Chuang Tzu’dan değil de Konfüçyüz’ten yana yapar. Bu nedenle de öncelik sonralık, siyak sibak bağını şairce coşkusu nedeniyle sıkça karıştırır. Oysa aşkı öldürdüğü için doğum kontrolüne karşı durduğu şiirinde faiz, tefecilik (usura) kadarda haklıdır:

 

“Usura keskiyi paslandırır

Usura işle işçiyi paslandırır  

tezgahtaki iti kemirir

hiç kimse altın öremez onun örneğiyle

usura yaralar maviyi, sökülür kırmızı

zümrüt Memling’ini bulamaz

Usura rahimdeki çocuğu öldürür

Delikanlının sevgisini durdurur

Yatağa felç getirir, yatar

genç gelinle güvey arasına

                      DOĞAYA KARŞI

Orospular getirmiştir Eleusis’e

Şölenlere konmuş cesetler

Usura’nın isteğiyle”

 

Aklımın şairce işlediğinin çocukluğumdan beri farkındayım. Allah’a sığınışım sayesinde hatalarım olduysa da aynı sayede onları görebildim sanıyorum. Sanıyor olmam da Allah’a sığınıyorum. Düşüncemin aletlerinin en başında geleni bu “sığınma”dır. Otuzlu yaşlarımın ortalarına kadar seçim sandığına gidip de oy vermedim. Siyasetçi tipine de güvenmedim. Şiirlerimde siyaset ve siyasetçi tipi yerini hep küçümsenmiş olarak alır. Ömrüm boyunca bir başbakanı sevebileceğim de aklıma gelmezdi. Bir şair için bu küçültücü bir şey midir? Recep Tayyip Erdoğan’ı, müstahdemi olduğu işlere bakıp da sevmemem mümkün olamadı. Bu nedenle onun istihdam edildiği işten uzak düşmesi beni endişelendiriyor.

Erdoğan’ın istihdam edildiği iş nedir? Bana kalırsa bu iş, bugüne kadar şiirsel bir edayla buraya kadar getirdiği Başbakanlıktır. Başbakanlık nasıl bir iştir peki? İşte hepimiz biliyoruz, bunu sizlere neden anlatıp da eleştirdiği köşe yazarı tipine kendimi katayım. Bu iş, büyük harfle yazılacak bir “iş”tir. Hadis-i Şerif şöyledir: “Kim, hangi iş için yaratılmışsa o iş, ona kolaylaştırılır.” Başbakan için bu İŞ, kolaylaştırılmaktadır. Yoksa bugüne kadar başına gelen badireleri atlatması imkânsızdı. Akılla, yargı gücüyle aşılması güç sorunları aşıyor olması, Erdoğan’ın büyük siyasi dehasından değildir. Bunu böyle anlamak ona da vazifelerine de haksızlık olur. Nitekim Başbakan’ın Cumhurbaşkanı olmasını istemekle bugün yapılan tam da budur: Erdoğan, Başkanlık sistemine geçilemeyecekse, en az bir dönem daha Başbakan olarak istihdam edildiği işlerden geri tutulmamalıdır. Çünkü onun kaderidir bugün ülkenin geldiği yer. Bugün her şeyden önemli olan şeyi, Türkiye’nin “tarihi kaderi”ne dönmek iradesi göstermesidir. Siyasette, hayatta kaybettiğimiz “kürsü”müze çıkmak için bir ayağımız yerden kalmak üzeredir. Yani tek ayağımız havadadır bugün. Daha bir basamağa koymuş değiliz. Başbakan’ın daha yüksek bir mevkiymiş gibi görünen Cumhurbaşkanlığı’na yükselmesiyle, biz de o ayağımızı bir basamağa atmış olmayacağız. Aksine Erdoğan, başkanlık sistemine dönüşmemiş bir Cumhurbaşkanlığı sistemi içinde edilgen hale gelecek.

İşlerin kaderi kişilerin kaderine sıkı sıkıya bağlıdır.

İyi anlaşılmalıdır: Bugün Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olması neyse, Hz. Ömer’in İslam orduları komutanlığından Halid bin Velid’i alması aynı şeydir. Bu büyük Kureyş’li komutanın artan şöhretinin onu yanlışa sevk etmesinden korkar Hz. Ömer. Ayrıca, tüm askeri başarının Halid bin Velid’den kaynaklandığı düşüncesi de ordu içinde hasıl olmuştur. Hz. Ömer, bu iki endişeyle Halid bin Velid’i işinden el çektirir. Kaderin tecellisi böyle olur. Velid, cenk sahasında şehit ölmek isterken yaşlanarak yatağında Hakkın rahmetine kavuşur. Ama bu ibretlik hadise bize şunu tersinden, düzünden neresinden okursak okuyalım düşündürür: İnsanlar, yaratıldıkları işlerde çalışmalıdırlar. Bu onların kaderi olmalıdır. Şu haliyle Cumhurbaşkanlığı makamı Recep Tayyip Erdoğan’ın çalışkanlığıyla uyuttuğu dertlerini uyandırmaktan başka bir işe yarar mı bilmem. Hepimizi uyuyan dertleri vardır zira. Biz ne vakit çalışkanlığımızı bıraktık uyanıp harekete geçerler. Erdoğan’ın sağlığı durmaksızın çalışmasına bağlanmıştır. Cumhurbaşkanlığı ataleti korkarım ki onun uyuyan dertlerini uyandıracaktır. Rahmetli Ahmet Yüksel Özemre’yi hatırlayalım. Gençlik yıllarında onu bulan kanser, hakka, hakikate rabtolmuş çalışkanlığı sayesinde uzun yıllar uyumuştur. Benzer şey, Cinuçen Tanrıkorur için de yaşanmıştır. Hastadır ama her daim musikiyi yaşar. Sanatçılar için bu mümkündür. Ama Erdoğan gibi bir siyasî kişilik için Cumhurbaşkanlığı, bu haliyle doğru yer değildir.

AKP tabanı Erdoğan’ı seviyor ve Cumhurbaşkanı olarak görmek istiyor. Ama şundan da basireti, feraseti sayesinde korkuyor: Daha yapılacak çok iş var ve henüz bu işler için yeterince adam yok. “Bizde çok adam bulunur” bildirisinin içinde yer alan biri olarak, bizde çok adam bulunmadığını yakından biliyorum. Bizde az ama onlarcasına yetecek adam var. Sorunumuz, bunları taltif edelim derken pasifize etmek. İşini yapmaktan uzak kalan hasta olur. Köşe yazarları, kendilerine bir baksınlar önce. Bir gün o köşede arzı endam etmeseler, çoğu bunalıma giriyor.

Benim mesele şunlar ya da bunlar değil. Benim meselem, hepimize ait olan bir meseleyi alıp doğru irtifaya çıkarak bir kaderden uzak düşmemizin endişesidir. Bunu Erdoğan’dan başkası yapamaz değildir. Ama “henüz” kelimesi her şeyi anlatır. “Ya” “ya da”nın olmadığı yerde “henüz” devrededir.

Bunu da şairlerden başkası bilemez.

 

 

 

 

 

Yazarın Diğer Yazıları