
Siyasette M.H. P. Şiirde Nâzım Hikmet
M. Celal Fedai
Siyasette M.H. P.’nin kaderiyle şiirde Nâzım Hikmet’in kaderinin benzeşmesi üzerine kafa yormanın siyasilere de şairlere de faydası olacağı düşüncesindeyim. Düşüncesindeyim ama ne M.H. P.’nin gündelik olaylara gömülmüş siyasîlerinde ne de günün zevklerine kendini teslim etmiş zamane şairlerinde böyle bir “kafa yorma” emaresi görünüyor. Şairler bildiğiniz gibi… Birkaç istisna dışında hemen hepsi şiiri sıkı ilişkilerle yürüyen bir alış veriş farsı zannediyor. Siyasetten şiire geçmiş bir yaklaşım biçimi bu. Siyaset için doğru belki ama şiir için çok yanlış. M.H. P.’li siyasîlerse, şiirselmiş gibi görünen ama gerçekte düzyazı geliştirememekle ilişkilendirilebilecek bir naiflik içinde dünyayı algılamaya çalışıyorlar. Şiir tarihinde bu durumun bir karşılığı varsa da siyaset tarihindeki karşılığı, bizzat savunulan şeyi bilmemekle derinden ilgilidir. M.H.P., bugün bu haliyle şair Nâzım Hikmet’in kaderine doğru gidiyor. Günümüz şairlerinin halleriniyse önümüzde Nâzım Hikmet varken konuşmak olmaz.
Nâzım Hikmet’in, çoğumuzun bildiği Davet şiirinden şu meşhur dizeleri hele bir anımsayalım:
Dörtnala gelip Uzak Asya'dan
Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan
bu memleket, bizim.
Hemen her çevreden Türkiyeli, şair Nâzım’ın bu “davet”ine sıcak baktı. Oysa kısrak başı olan Anadolu ne kadar bizimse kısrağın vaktiyle gittiği yerler de geri de kalan gövdesi de hiç olmazsa düşsel olarak bizimdi. Daryuş Şayegân’ın deyişiyle kaçtığımız “tarihi kaderi”mizdi bu bizim. Tüm Müslüman’lar gibi biz Türkiyeliler de bu kaderden uzak düşmüştük. Bugün kısrağın başından ibaret olmamız, kadere tersti. Nitekim o kısrağın başı son yüz yıldır Bosna’yla, Kosova’yla, Bulgaristan’la, Kafkasya’yla, Suriye’yle, Mısır’la ağrıyıp durur tabir caizse. Nâzım Hikmet’in komünist enternasyonalizminin bu duyguyu anlaması beklenemez. Sadece o mu? Türk siyasi tarihinde sol yelpazede yer alan hemen hiçbir çizgi bu “tarihi kaderi” anlayamamıştır. Türk solu Rusya’ya öyle tapmıştır ki Tanrı’sı hayali olmuş ama fark edememiştir. 1944’de Kırım Tatar’larını Özbekistan, Sibirya yollarında katleden Stalin’e ne o günlerin sosyalistlerinden ne de sonradan gelenlerden bir tepki vardır. Kırım Tatarları, sürgüne gönderilmesi Rus bürokrasisince unutulan iki köyün gemiyle nakledilecekleri yalanıyla gemiler batırılmak suretiyle Karadeniz’de boğdurulduğunu anlatırlar. Bu anlatılan ya da başka anlatılanlar… Hiçbiri hâlâ Türk solunu ilgilendirmez. “Tarihi kaderi”mize kayıtsızlık, Türk solunun yedinci okudur adeta. Bugünün M.H. P.’sinin de aynı duruma kendini düşürmesi, düzyazı olamayan şiirsellikle ilgilidir. Şiirde yer bulsa bile siyasette kendi yerini bulamaz. Ve kolayca manipüle edilir.
M.H. P.’nin bugün başına gelecek olan da bu gidişle budur: C.H.P. tarafından manipüle edilmek. Nâzım Hikmet’le benzeşen kaderi bu olacaktır böyle giderse. Şair Nâzım Hikmet, Rusya’daki ömrünün parti tarafından spekülatif bir tarzda kurgulandığının bal gibi farkındaydı. Lakin nâçârdı. Yapacağı şeylerin en insanisi, sahici olanı, memleketini özlemekti. O da kendi yolunun bir samimisi olarak bu duyguyla ömrünün son demlerini gurbette geçirdi. 1960’lar Türkiye’sinde şiir kitapları yeniden basıldığında günün şairleri onun hafife aldılar. “Onun şiiri mutluluk getirmedi” dediler. “Acılarla doludur” dediler. 1970’ler boyunca manipüle edilen Nâzım Hikmet şiiri, 1990’larda romantik bir edayla yeniden keşfedildi. 2010’a geldiğimizdeyse artık şiirini, ömrü boyunca karşı durduğu büyük sermayeye bağlı bir yayınevi olan YKY basıyordu. Nasıl kaderse, bu olmuştu. Ya sermaye çok uyanıktı ya Nâzım Hikmet’in şiiri burjuvalara sesleniyordu ya da şairinin okuru onu kendi kaderine bırakmamış, kendi seviyelerine çekmişti.
Bence hiçbiri değildir. Gerçek şudur: Türkiye’de İslam karşıtlığı söz konusuysa, sosyalistlerle kapitalistler pek güzel anlaşırlar. Türkiye’nin “tarihi kaderi”ne dönmesini bu iki grup da istemez. Çünkü aksi olursa, iki grubunda kendilerini bağladıkları hazları eksilir. Bugün sosyalist şair, yazarların hemen hepsinin kitaplarını büyük sermeye yayınevleri sahiplenmiştir. Müslüman yazar, şairleriyle kendileri gibi düşünenler bile sahiplenmez. Müslüman şair, Zarifoğlu’nun anlattığı bozkırdaki “Ardıç Ağacı” gibidir. Bir ardıç kuşu tohumlar ancak onu. Kapitalistler İslam karşıtlığı noktasında sosyalistleri yanlarına çekmekte kar buldular. “Tarihi kaderi”ne dönme emareleri gösteren bir Türkiye kabul edilemezdi.
M.H.P., bu anlatılanların neresindedir bugün? Nâzım Hikmet’i kolayca manipüle eden sermaye gibi C.H.P. de M.H. P.’yi manipüle etmektedir. Az kalmıştır ülkücülerin de solcularla aynı niyetle meydanları doldurmasına. Ankara adayı Mansur Yavaş, bir kişinin bile burnunun kanamasını kendi belediye başkanlığına tercih etmeyeceğini söylemekle doğru bir tavrı sergiledi. Oysa Kılıçdaroğlu, aynı meselede YSK’yı ablukaya alan gençlere övgüler yağdırdı. Yavaş’ın hâlâ koruduğu aklıselim, M.H. P.’ye umarım hâkim olur. Artık bir M.H. P.’li olmamasına karşın, ondaki bu tavrın, 1980 öncesi günleri unutmak üzere olan başkalarına örnek olması gerekir. Yoksa Kürt, Arap, Çerkes, Laz kardeşlerine ortak “tarihi kaderi”miz için yaklaşması gereken M.H.P., kendini var ettiğini iddia ede geldiği şeylerden kopmuş olur.
Şair Nâzım Hikmet’in “davet”inin samimi olup olmadığını sorgulamaktan çok, “davete icabet etmenin gereği”yle ilgili olmalı, diye düşünüyorum.
Davet edildiğimiz yerde kaderimiz devrededir.
Oysa M.H.P., bir yere davet edilmiyor, apaçık bir pusuya düşürülüyor.
Başbakan’a karşı olmanın birçok nedenini kendilerince izah edebilirler
ama kendilerini meydanlara çekmeye çalışan C.H.P.’nin pususuna gelmeyi kimseye anlatamazlar.
Tıpkı kitaplarını sermayeye teslim ettikleri Nâzım Hikmet’e varislerinin bunu izah edemeyeceği gibi.