Arapça frs kökünden türetilmiş olan firâset kelimesi kısaca”görüş ve kavrayışta uyanık olma” anlamını taşır.
Sözlükte daha geniş anlamıyla “kişilerin ve olayların iç yüzünü “keşfetme, sezme, ileri görüşlülük” gibi mânalara gelen firâset kelimesi dar anlamda, bir kimsenin dış görünüşüne bakarak onun ahlâk ve karakteri hakkında tahminde bulunmayı ifade eder (Râgıb el-İsfahânî, s. 186). Bir diğer ifadeyle de akıl ve duyu organlarıyla bilinemeyen, ancak sezgi gücüyle ulaşılan bütün bilgi alanlarını kapsar. Bahsedilen hususlarla ilgili ilim dalına da ilmü'l-firâset, ilm-i firâset adı verilir.
Firâseti (physiognomy, cardiognosy) bir ilim olarak temellendirmeye çalışanlara göre bir kimsenin fizikî yapısına yani boyuna, rengine, çeşitli organlarının yapısına, el ve yüz hatlarına bakarak onun ahlâk ve karakterini teşhis etmek mümkündür. Bundan dolayı İlk ve Orta çağlarda hükümdarlar, kendilerine görev verecekleri kimselerin seçiminde bu ilmin verilerinden faydalanmak istemişlerdir.
Tarihçe (tespit edilen en eski Türkçe kaynak olan Ahmed b. Kadı-i Manyas, Gülistan tercümesi, 1429 tercümesinde şöyle geçer. “mecnūn firāset-ile bildi, eytti”
Kelimenin halk arasında kullanımı “feraset “ olarak yaygınlaşmıştır
Ebû Saîd el-Hudrî"den nakledildiğine göre Resûlullah (sav), “Müminin firâsetinden sakının. Çünkü o, bakınca Allah"ın nuruyla bakar.” buyurdu ve ardından, “Elbette bunda (firaset sahibi) mü’minler için ibretler vardır.” [1] (Hicr, 15/75) âyetini okudu.”
Çevremizde olup biteni iyi anlayıp kavrayabilmek ve sağlıklı ve doğru sonuçlara ulaşabilmek için mü’min firasetine sahip olmamız lazımdır. Çünkü ancak firâset sahipleri olayların ve nesnelerin sadece dışardan görünen kadarını değil, mahiyetini, neliğini ve özünü kavrar.
Firaset dediğimiz şey bir nevi keskin görüşlülüktür. Kimi insanda bir kısmı doğuştan keskin zekâ ile verilse de birçok insan bu keskin görüşlülüğe zihnini ve kalbini zamanın kirlerinden arıtıp temizleyerek sahip olabilir. Temiz ve arınmış bir kalp ve zihne sahip olan bir mü’min de bu vasıflarını yaşadıkları tecrübe ve deneyimlerle birleştirip hikmete ulaşabilir.
Olayların arkasındaki etkenleri, sebepleri doğru kavrayan insan da sağlıklı çözüme kolay ve kısa yoldan ulaşır. Peygamberler başta olmak üzere büyük problemleri çözme, zorlukların üstesinden gelme becerileri yüksek olan liderler, komutanlar en başta firasetleri sayesindedir ki haklı davalarında başarılı olmuşlardır. Yani arınmış bir kalp ve zihin da zaten var olunca çalışmak ve gayretle de birleşince başarı veya üstünlük arkasından doğal olarak gelecektir.
“Gevşeklik göstermeyin, üzülmeyin; eğer inanmışsanız şüphesiz en üstün olan sizsiniz.” [2] Emr-i ilahisi gereği Müminin kâfire ve zalime karşı üstünlüğü ve galebesi önemlidir. Bu üstünlük sadece askeri alanla sınırlı olmayıp dünyevi ve uhrevi her alanı kapsar ve içine alır. Mümine zillet ve mezellet yakışmaz, sadece izzet yakışır. Mü’min kişi imanını, onurunu ve vakarını koruduğu müddetçe her türlü nimete layıktır. Öyle olmasa Hz Peygamber hendek kazımı esnasında müminlere Bizans’ın ve Kisra’nın hazinelerini vaat eder miydi?[3]
Bilgi güçtür ve İzzete sebeptir.. Cehalet ise utanç ve zillettir, zayıflıktır. Bunun bizatihi yaşayan örneklerini hemen her gün hayatımızda müşahede etmekteyiz.
Müslüman dünya inancına rağmen, kitabına rağmen bu gün cehalet ve zillet içerisinde yüzmektedir. Hali hazırdaki durumu anlayamamak, başka şeylerle avunmak, durumu yok sayıp görmezden gelmek gerçeği değiştirmeyecektir.
Dünya nimetleri içinde gevşeyip, korkaklaşan bir kısım Arap ülkeleri, birbiriyle savaşıp yorgun ve zayıf düşen bir takım diğer İslam ülkeleri ile modern ve vahşi batının dümen suyuna giden takılan bir takım İslam ülkelerinin içerisinde bulunduğu bu zillet ve perişanlığın sebebi nedir? Her şeyden önce bu sorunun cevabını veya cevaplarını bulmak gerekir. Bunun için de firasetli bir bakışa ihtiyacımız olacaktır. Bu bakış ta bizi doğru tespite götürecek, doğru tespit ise doğru teşhise.
Bana soracak olursanız üç sebebi vardır. Birincisi cehalet, ikincisi tembellik, üçüncüsü de korkaklık. Hem uhrevi konularda hem de dünyevi konularda İslam dünyasının üstüne bir karabasan gibi çöken mahvedici bu üç kötü hasletten kurtulmadığımız müddetçe izzet ve onur bize geri dönmeyecek, zillet ve perişanlık içerisinde boğulup yok olacağız Allah korusun.