Mustafa URHAN

Dolunaya Bak Dolunaya

Mustafa URHAN

Ben  Zeynep annemin ilk fakat hayırsız torunuyum. Çocukluğum onun sayesinde baharda  yeni açmış bir erik dalının çiçekleri arasında geçmiştir. Zeynep annem bir türküyü bir masala çevirecek kadar geniş bir rüya denizidir. Aşık Kerem'i,  Senem'i, Şirin'i, Leyla'yı ve Mecnun'u hep ondan duydum. Yaz gecelerinin  serin dam uykularından önce bize anlattığı masallar, yıldızlara yükselmiş aşıklar, gönüllerimizde hep biz de bir yıldız olalım hayalini oluşturmuş; onun ışık olan sesi, masalın sonlarına doğru bir yıldıza dönüşen mübarek yüzü ve  başımızı okşayan elleri uykularımızı bir masala dönüştürmüştür.

Dualı kollarına koştuğum  ve daima anne kokusu duyduğum kucağında otururken beni sevişi bile şiirledir.

" Oy çinçini çinçini,
Öpem ağzın içini,
Hoş geldin safa geldin,
Kızımın güverçini."

Dayılarım sarışın güzel insanlardır. Kadir dayım, Muhammed dayım, Hasan dayım. Oğlan dayıya çeker derler ama ben galiba çekmemişim. Çünkü hepsi  güzel yüzü, sarışın bal rengi gözleriyle kızları kendilerine mest edecek yaratılıştalar. Onları bu özellikleriyle hep hayranlıkla izlemişimdir. Ben esmerim onlara göre. Gara Mustuk'um.

 Böyle söylemeleri beni üzmüyor muydu elbette üzüyordu. Kaç defa akşamları  evimizin damına çıkıp ay dedenin altında Allah'a yalvarıp beni de sarışın yap diye dua ettim. Olamadım tabi. Zeynep anneme dayılarımın bu sözlerini şikayet ettiğimde  beni sımsıcak göğsüne bastırıp onlara:

"Karayısam karayım ,
Çıngır mıngır parayım,
Çağlayandan akarım,

Neçe yürek yakarım." de, derdi. Hem yavrucuğum ne demişler:
"Beyaz sevme kirlenir,
Sarı sevme çillenir,
Seversen esmer sev,
Sevdikçe şekerlenir." diye gönlümü alır sevindirirdi.

Bu şiirlerden sonra dayımların sarışınlığından hiç geri kalmadığımı, hatta esmer olmakla onlardan daha güzel yaratıldığımı bile düşünürdüm. Dayılarımın arasında bana yaşça en yakını Hasan dayımdır.

Hasan dayıma kızlardan mektuplar gelirdi. Ama hiç birine yüz vermezdi. Eee  bu kadar yakışıklı olsam ben de kimseye yüz vermem derdim. Bazı mektupları kırmızı,  kenarları dantelli şifon bir mendilin içinde saklardı.

Sadece dayım değil arkadaşları da yakışıklıydı. Ekrem, Halil, Mustafa abiler yol boyu yaparlardı köyde. Yolun kenarındaki evlerden kızlar o güzel utangaç başlarını uzatıp bu yakışıklılara bakalardı. Ekrem, Halil veya Mustafa abiler yanılıp gözlerini kaldırıp pencerelere baksalar, kızlar hemen başlarını perdelerin arkalarına gizler, günlerce bunu başka kızlara övünç meselesi olarak anlatırlardı. "Hasan, Ekrem veya Halil bana baktı biliyor musunuz kız." diye heyecanla birbirlerine anlattıklarını duyardım. Bu bilgiyi küçük olduğum için bu çocuk nasılsa anlamaz diye benim yanımda sevinçle anlattıkları zamanlarıma borçluyum. O kadar saf ve güzeldi ki o zamanlar, bir masalın içindeymiş gibi yaşadım o vakitleri.

On bir on iki yaşlarında ya varım ya yokum. İçimde  ateş gibi gezdirdiğim bir heyecan var. Dayımlar ah beni de yanlarında gezdirseler diyorum içimden. Bu benim için övünç meselesi hem de. Soranlara eee işte onlar benim arkadaşım diyeceğim. Bir gündü işte. Talihimin döndüğü bir gün. Allah dualarımı kabul etti anlaşılan. Dayım, yiğenim gel seni bir yere götüreyim dedi. Halil, Ekrem, Mustafa abiler de gelecek mi dedim. Gelecekler dedi. Sevinçten ölecektim. Kendilerinin "aydınlı" dedikleri bekar evinde liseye devam eden bir arkadaşları vardı. Zeynep annem: "Yazık çocuk yemek falan yapamaz, Hasan şunları  al da çocuk bir sıcak yemek yesin bari." demiş. Beni de yanında götürmeye karar vermiş işte dayım.

Arkadaşları dayımla gelmeme pek razı olmadılar. Anlaşılan konuşacakları özel meseleleri var. Aşık oldukları kızlardan falan bahsedecekler de  ben buna mani oluyorum galiba. Neyse bir sürü sigara içtiler, Ferdi Tayfur dinlediler. Sonra nerden ellerine geçti bilmiyorum içinde üç boyutlu resim de olan bir dergiye bakmaya başladılar. Dergideki üç boyutlu resme bakan abimiz bir türlü  o boyuttaki resmi göremiyor. Resmin altındaki yazıyı tekrar tekrar okudular. Efendim gözünü şaşı yapacakmışsın, resmi gözüne yaklaştırıp yaklaştırıp çekecekmişsin. Olmadı gözlerini buğulandırmalıymışsın. Hepsini teker teker denediler olmadı. Sonra birden birinin gözleri faltaşı gibi açıldı, önce şaşkınlıkla hafif bir kahkaha attı. Sonra garip bir ses tonuyla " Dolunaya bak dolunaya." diyerek gördüklerini anlatmaya başladı. Sıradaki dayım, Ekrem abi, Halil abi, Mustafa abi de resme bakıp aynı tepkiyi verdiler.

Resimde bir dolunay, bir gemi bir de dalgalı deniz varmış. Resim iç içe açıldıkça açılıyor bir kere gören daha kolay ve daha derinlikli görmeyi başarabiliyormuş. En küçükleri olarak sıra bana geldi. Herkes resmi nasıl görebileceğimi bana talim etmeye başladı. Benim için bu, küçümsedikleri bu çocuğun kendini ispat etmesinden başka bir fırsat değildi. Tabi fırsatı ganimet bildim. Resmi hemen elime aldım, onların baktığı gibi resme bakmaya başladım fakat hiçbir şey göremedim. Şaşı baktım, gözlerime yakınlaştırıp çektim olmadı. Gözlerimi buğulandırdım. Yok hayır hiçbir şey göremiyorum. Olacak gibi değil. O kadar uğraştılar uğraştım, yapamadım. Küçümsemesinler diye onların dediği gibi dedim. "Dolunaya bak dolunaya."  “Herkes afferim lan sana.” dedi. Ama ben kendimi kandıramadım.

Birkaç ay geçti. Yağmur sonrası Orhan Bey'in damının ordayız işte. Oynuyoruz. Gözüm arkın içine dolmuş çamurlu suya takıldı. Gözümü kaydırdım masmavi gökyüzü ve bembeyaz bulut, başka türlü baktım çamurlu su. Valla bu bizim "Dolunay" için de geçerli dedim. Zeynep annemin evine koştum. Nefes nefese “Dolunayı verin bana.” dedim. Ne dolunayı lan dediler. Dayımın dergileri nerde dedim. Vitrinin üst dolabına bak dediler. Karıştırırken dergiyi buldum. Bulanık suya bakar gibi tekrar baktım. Birkaç saniye geçti geçmedi, gördüm. Ne dersem beğenirsiniz:" Dolunaya bak dolunaya." 

Zannediyorum bu durum; çocukluğumuz, çocuklarımız,   seyrettiğimiz filmler, dinlediğimiz şarkılar, okuduğumuz kitaplar, yaşadığımız çevre velhasıl bütün bir hayat için de geçerli. İç içe geçmiş bütün resimleri daha iyi görmek için bakışımızı değiştirmeliyiz.
 
 
 

Yazarın Diğer Yazıları