Nihat KURTOĞLU

GECENİN EN KARANLIK ANI

Nihat KURTOĞLU

   İslam dünyasının son derece sancılı günlerden geçtiğine hepimiz üzülerek şahit oluyoruz. Aslında bu üzüntümüz biraz acziyet içinde de olsa, biraz küllenmiş de olsa, İslâm’ın yüzyıllar içinde oluşturduğu kardeşlik duygularımızdan kaynaklanıyor. Irak’ta, Suriye’de, Myanmar’da (Arakan) ve daha birçok İslâm coğrafyasında Müslüman kanı fazlasıyla akıtılıyor. Buna karşılık sulh selamet içerisinde yaşayan bizim gibi Müslümanlardan tık yok. Yine mükellef sofralarımız, yine soğuk meşrubatımız, yine TV karşısında peşin satan tavırlarımız, yine vurdumduymaz veya yetersiz tepkilerimiz, kuru kuru sloganlarımız… Esed güçleri havadan uçaklarla filan yere bomba yağdırdı; şu kadar ölü… feryadı figanlar arasında seyrettiğimiz haber programları. Kanal değiştirdiğimizde aslında duygularımızında kanalları arasında sörf yapıyor ve biz yine aynı hayatımıza, o güzelim sofralara, o güzelim dünya nimetlerine arz-ı endam ediyoruz.

  Belli ki olan biten olaylar bizleri derinden etkilemiyor. Yalnızca vah tühlerle geçiştiriyor sonra yine krallıklarımıza dönüyoruz. Bu krallıklar bize ait, onu biz ne emek ve gayretlerle kurduk. Sağdan soldan gelen zulüm ve ölüm haberleri bizleri rahatsız ediyor ancak dünyevi krallıklarımızı da düşünmek zorundayız değil mi?
  İslâm dünyasının hali pürmelâline çözüm üretmek mi? Bu bizi aşar, biz aciz birer kuluz. Namazımızı kılar, orucumuzu tutar, Allah’ımıza şükrederiz. Bizden daha iyi müslüman olur mu? O mazlum ve maktül kardeşlerimize Ramazan’da, bayramda, cumada dua etmekten başka ne gelir ki elimizden?
  Yukarıda arz ettiklerimiz ancak fert bazında çözüm arayan kardeşlerimizin veya nefislerimizin halet-i ruhiye ifadeleri olabilir ancak bizi sorumluluktan kurtarabilir mi? Hayır. Zira İslâm kurumsal bir inanç sistemidir. Kurumsuz, müessesiz gerçekte İslâm’dan söz edilemez. Ferdi faaliyetler ancak kısmi başarılar sağlayabilir. O nedenledir ki, İslâm’ın son peygamberi Medine’ye hicret eder etmez müesseseleşme (kurumsallaşma ve devlet) yolunu benimsemiş ve onun için icraata koyulmuştur. Bu kurumlar elbette bugün bir taneden oluşmamaktadır. Dünya üzerinde ne kadar İslâm ülkesi varsa bunların da ihtiyaca binaen zaman ve zemine göre farklılıklar arz eden devletler üstü kuruluşlar oluşturması, birliktelikler inşa etmesi ve güçlerini artırması gerekir. Şöyle biraz daha günümüz müslümanlarının sorunlarını irdelersek ve gerçek nedene inebilirsek, tüm olumsuzluk ve zulümlerin altında İslâm dünyasının boncuklaştırılmasının yattığını görebiliriz. Boncuklaştırma kavramının biraz açalım: 1924 Hilafetin ilgasına gelinceye kadar, Osmanlı (ve de İslâm dünyası) hasta, kör veya topal da olsa bir siyasi birlik içindeydi. Bu birlik sönük de olsa ümmet bilincinin oluşumunda katkı sağlıyor, birlikte davranma ve dayanışmamızı sağlıyordu. Batılı ve batıcılar böylesine düşük ölçekli bir siyasi birliği dahi bize çok gördüler. İmamesi koparılmış bir tesbih gibi her birimiz bir boncuk şeklinde dağılıverdik. O günden beri ümmet, ümm-et haline dönüştürüldü. O gün bugündür ana(ümm)sını kaybetmiş, öksüz, yetim(et) yığınları halinde, sözüm ona demokrasi(!) havarilerinin, medeni(!) batının ve süper güç(!) ABD’nin insafına kalmış 1,5 milyarlık müslümanlar topluluğu kan ve gözyaşı içinde yaşıyor, daha doğrusu varlığını sürdürüyor. Zira böyle bir hayata yaşamak denemez. Bütün değerlerini kaybetmiş (değersizleştirilmiş) bir yığının canlılığına hayat mı denir? Vah kendi sorunlarını çözmekten aciz, biçare bizlere!
  Hâlbuki büyük Hıristiyan çoğunluğu oluşturan Katoliklerin Vatikan adı altında bir Hıristiyan devleti, doğal lideri ve başkanı olan papa, Ortodoksların lideri patrik, Yahudilerin İsrail gibi zalim Yahudi şeriat devleti, haham başları gibi tüm dünya dinlerinin benzer birliktelik müesseseleri vardır. Oysa Türkiye’de 76 milyonu ve dahi müslümanları temsil edecek tek bir Allah’ın kulu yok. Türkiye’de koskoca müslüman toplum sadece başbakanlığa bağlı bir başkanlık statüsü (DİB) ile yönetilmeye çalışılıyor. Sonuç ise ortada. Ya 1,5 milyarlık İslâm dünyasının başı kim? Müessesi, kurumsallaşmış birlikteliği, çözüm mekanizmaları olmayan İslâm dünyası aziz mi olacaktı bu haliyle? Tabi ki zillet kaçınılmaz. Müslüman ülkelerin kendi siyasi, ekonomik, dini ve askeri birliklerini oluşturmadan dünya ve ahiret şeref izzetini elde edebilmeleri imkânsızdır.
  Bu yazıyı kaleme aldığımız saatlerde Mısır’dan katliam haberleri hâlâ devam etmekte, şehit ve yaralı sayıları binler ile ifade edilmekte ve gerçek rakamı kimse bilmemekteydi. Yüce Allah şehitlere bihesap cennet ve nimetini verecektir şüphesiz. Ancak yaşayan ölüler, bizler bu zilletin hesabını nasıl vereceğiz? Asıl muhasebesi yapılması gereken budur. Bu satırlarda İslâm’da şehadeti ve ecrini işleyecek değiliz. “Onlar Rableri katında rızıklandırılıyor.” Bundan daha mühimi dirilere, bizlere ne görev düşmekte olduğudur. Duanın kavli yönü oldukça kolaydır. Fiili yönü (Allah’a arz etmeden insana düşen icraat) olmadan Allah’ın kavli duaya sünnetullah gereği icabet etmeyeceğini düşünüyorum. Öyleyse herkes elini duaya açmadan kendine düşeni iyi düşünmeli ve fiili duayı kavli duadan öne almalı, sonra ellerini açmalı semaya!
  Bu medeni (!) dünyanın ve insanlığın gözü önünde olan vahşet dünya müslümanlarının imtihanında bir dönüm noktasıdır. Bir belirleyici, bir katalizatör (ayrıştırıcı) dür. Zulüm, zulmet karanlık anlamına gelir Arapçada.  Unutmayalım ki, zulüm ve zulmetin şahikası gecenin en karanlık anıdır. Gecenin en karanlık anı da sabaha en yakın olan andır. Önemli olan sizin, bizim ve bütün müslümanların bu zulmette nasıl ve hangi safta sabahlayacağıdır. Ağır bedeller ödense de Allah nurunu (sabahı) tamamlayacaktır. Veyl olsun küfür ve zulümden yana tavır koyanlara! Ne mutlu haktan yana olup canlarını ve mallarını cennet karşılığında satan iman hatunu ve erlerine!...

Yazarın Diğer Yazıları