
İslami Kişiliğin İnşası Ve Kurban (1)
Nihat KURTOĞLU
Bugün geldiğimiz küresel durum itibariyle Dünya’da yaşayan, akli melekeleri yerinde olan insanların hemen hepsi, bu Dünya’ya niye geldiğini, yaratılışın neyi amaçladığını ve hayatın sonrasında ki ölümün ve ötesinin fenomenolojik ve varoluşsal olarak ne anlama geldiğini merak etmektedir. Bu durum insan için gayet doğal bir süreç olup, başta İslam olmak üzere bütün dinler ve ideolojiler de kendilerince bu ontolojik soru(n)lara cevap ve çözüm arayışını her daim sürdüre gelmektedir. Zira bu sorulara cevap bulunabildiği ölçüde insanlar varlıklarının sebep ve gerekçelerini anlayıp, hayatı anlamlandırabilmektedirler. İnsanlar varlığı ve hayatı doğru anlamlandırabildikleri ölçüde mutlu ve huzurludurlar. Bu arayışın benzeri ve örnekleri insanlığın zirve şahsiyetleri, örnek insanlar olan peygamberlerin(Hz. İbrahim vb.) hayatlarında da görülmektedir.
Aksi hal ve durumlarda da insanlar hayatı doğru anlamlandıramadıklarında çeşitli bunalımlar ve buna dayalı olarak huzursuzluklar ve olumsuzluklar yaşayabilmektedir. 70’li yılların şu şarkı sözü bu tezimizi desteklemektedir;
“Niye geldim bu Dünya’ya bilemem, bilemem,
Ağlarım ben göz yaşımı silemem, silemem.”
İşte başta İslam dini olmak üzere bütün dinlerin amacı veya iddiası, Varlık alemini, yaratılışı ve hayatı anlamlandırmaktır. Yeryüzünde var olan bütün
dinler aynı amacı yüklenmiş görünüyorsa da en önemlilerini veya en çok bağlısı olanları şöyle bir yakın takibe alıp, topluma sağladığı fayda ve zarar açısından objektif bir değerlendirme ve analiz imkânı bulduğumuzda, ne yazık ki toplum üzerinde aynı olumlu etkiyi oluşturamadıklarına ve hatta zaman zaman diğer dinlerin mensuplarıyla çatışmalara ve savaşlara neden olabildiklerine şahit olabilmekteyiz. Bu durum tarihi bir gerçeklik olarak karşımızda durmaktadır.
Son yüzyıllarda Müslüman toplumlar olarak bir medeniyet krizi ve travması yaşamış ve yaşıyor olsak ta, bize göre tarihi referans alıp değerlendirmelerde bulunduğumuzda, bu kanıya varmak çok zor olmayacaktır. İslam dini, kendine has dinamiklerini kuşanabildiğinde ve kullanabildiğinde Yeryüzündeki hayatı ve bununla beraber insan hayatını anlamlandırmada, varoluşsal soru ve sorunların İslami paradigmayla, layıkıyla müzakere edilebilmesi ve doğru sonuca bağlanmasında en makul, mantıklı, irade ve çözümü ortaya koyabilecek olan yegâne dindir.
İslam Kültür ve Medeniyetini yeniden ayağa kaldıracak olan insan unsuru olduğuna göre, bu hedefe ulaşmak için insanın İslam’a göre yeniden inşası hayati bir öneme sahip olmaktadır. Şüphesiz ki, Yaratıcı Yeryüzünde hayatın Hakça ikame ve idaresinde kendisine halife kıldığı insan unsurunu en güzel bir surette yaratmış, onu bilgiyle donatmıştır. Allah’ın istediği kişiliği oluşturmak, Hak yolda daim ve kaim olabilmesini sağlamak için de, yaşadığı süre içinde namaz, oruç, zekât, hac ve kurban gibi onu hem Allah’a karşı görevini ifa edecek ve rızasını kazanmasına vesile olacak, hem de bu zorlu görev sürecinde ayakta tutacak, maddi ve manevi destekleyecek, zararlı küfür akımlarına karşı koruyacak ve dinamik olmasını sağlayacak birtakım eğitimsel ibadetlerle mükellef kılmıştır.
Biz bu yazımızda ibadetlerin bütününü ele alacak değiliz. Buna yer ve zamanımız da aslen bulunmamaktadır. Burada yalnızca gündem olan Kurban Bayramı nedeniyle “Kurban ibadeti” üzerinde fenomenolojik ve psikososyal boyutlarıyla kısaca üzerinde durmaya çalışacağız.
Kurban kelimesi Arapça “karube” kökünden gelip, Allah için kullanıldığında kişiyi Allah’a yaklaştıran iş ve eylem olarak açıklanabilmektedir. Zaten “Allah insana şah damarından daha yakın” olduğuna göre bu ifade metaforik bir anlatım, yani mecazdır. Aslında Allah’a yakınlaşmak mekânsal bir ifade olmayıp, O’nun rızasını kazanmakla eşdeğer bir anlatımdır. Gramer olarak da sıfat-ı müşebbehe olup, iş ve eylemde çokluk, fazlalık bildiren bir kalıptır. Yani Allah’a çok çok yakınlaştıran bir eylem olarak anlaşılabilir. İlk kurban ibadetinin Hz. Adem’in çocukları Habil ve Kabil ile başladığını biliyoruz.
Bugün itibariyle kitap ve sahih sünnete dayalı bütün İslam mezheplerinde kurban ibadeti bulunur. Hanefi mezhebinde vacip olarak düşünülmüştür. Bu farkların temeline burada girecek değilim. Ancak biliyoruz ki, bazı mezheplerde sünnet olarak değerlendirilirken, Hanefi mezhebi uleması kurbanı en üst düzeye yakın, yani Farzın hemen altında bir emir, “vacip” olarak değerlendirmiştir.
Zekâtta olduğu gibi İslam’da zenginliğin sınırı olarak kabul edilen nisap miktarı mala ve paraya sahip olan Müslümanlara vacip olmasına rağmen zengin fakir bütün Müslümanların teveccüh ettiği kurban, bugün itibariyle ülkemizde hayvancılığın çok meşakkatli oluşu ve uygulanan yanlış politikalar nedeniyle oldukça pahalı bir ibadettir. Ancak her ne hikmetse, bu ibadette mükellefiyetin şartları ve sınırları belli olduğu halde, ekonomik durumu iyi olmayan birçok fakir müslümanın şartlarını oldukça zorlayarak kredi kartlarıyla kurban kesmeye kalkmasını ve sonraki dönemlerde de ödeme zorluğuna düşmelerini anlaşılabilir bulmamakla birlikte psikososyal açıdan uzmanların değerlendirmesi gerektiğini düşünüyorum.