
Aynalarda Görünmeyenler ve Kusurlarının Gölgesindekiler
Prof. Dr. Ünal Çamdalı
İnsan topluluk içinde var oldukça bir yüz taşır. Bu yüz, sadece dışarıya gösterilen bir maske değildir. Çoğu zaman o, başkalarının gözünden kendini görmeye çalışan, kimi zaman kendi içindeki eksikleri bastırmaya, kimi zamansa başkalarının hatalarını büyüterek kendini temize çıkarmaya çalışan bir zırh gibidir. İş yerinde, evde, sosyal çevrede ya da bir arkadaş sohbetinde sıkça karşılaştığımız şu söz dikkat çekicidir: “O kadar cimri ki bir çay bile ısmarlamaz.” Belki bunu söyleyen kişi, başkasının elinin sıkılığını yargılamadan önce kendi cömertliğini hiç sorgulamamıştır. Belki de bu söz, kendi kusurlarını gölgede bırakmak için seçilmiş, bir savunma mekanizmasıdır.
Doğada mükemmelliğe yer yoktur. Bu bağlamda mükemmel sistem yoktur. İnsan doğası gereği de kusurludur. Ne var ki kusurların farkına varmak, onları kabul etmek ve düzeltmeye çalışmak, ciddi bir içsel emek ve çaba ister. Bu emekten kaçınan birey, en kestirme yolu seçer. Başkalarının eksiklerini abartarak anlatır. Böylece hem kendini kusursuz gibi gösterir, hem de dikkatleri kendi üzerinden başka yöne çeker. Psikolojide bu duruma yansıtma (projection) denir. Yani kişi, kendi içindeki olumsuzluğu bir başkasına atfeder; bir nevi iç dünyasındaki gölgeyi, dış dünyada başkalarının üzerine düşürür.
Bir yönetici düşünelim; ekip arkadaşlarından birini “yetkin değil” diye etiketlemiş olsun. Belki çalışanın gerçekten geliştirilmesi gereken yönleri vardır ama bu değerlendirme (etiketleme) çoğunlukla adil bir eleştiriden çok, yöneticinin kendi yetersizliğini örtme çabası da olabilir. Eğer çalışanın gelişimi için yapıcı bir adım atılsa, suçlama yerine çözüm üretilse, bu durum ortak iyiliğe ve üretime hizmet edecektir. Ancak gözlemlediğim kadarıyla maalesef genelde böyle yapılmamaktadır. Kimi zaman iş dünyasında, bireyler terfi edebilmek ya da konumlarını koruyabilmek için başkalarının hatalarını büyütürken, kendi eksiklerinin üzerini örtmekle meşguldür. Aslında bu davranış savunma değil belki de savrulmadır.
Evlerde de benzer tablolar yaşanmaktadır. Aile bireyleri birbirlerine karşı kimi zaman en acımasız yargıları yöneltebilmektedir. Örneğin bir kardeş diğerini tembellikle suçlamakta, bir eş de diğerini duyarsızlıkla itham etmektedir. Ancak bu sözler çoğu zaman kişinin, kendi içsel memnuniyetsizliğinin yankısı da olabilir. Belki de asıl tembellik, ilişkileri onarma çabasına girmemekte saklıdır. Belki de duyarsızlık, en çok suçlayan kişinin ruhuna işlemiş ancak bunu genellikle fark etmek istememektedir.
Toplumlar bireylerin aynalarıdır. Bir toplumda başkasını yargılamak, kendi kusurlarını örtmenin bir yolu hâline gelmişse, o toplumda güven azalmış, duygudaşlık (empati) zayıflamış ve insanlar birbirlerinin gerçek yüzünü değil, uydurdukları maskeleri konuşur hâle gelmiş demektir. Oysa olgunluk, insanın önce kendi iç dünyasına ayna tutabilmesinde yatmaktadır. Kendi karanlığını tanıyan kişi, başkasının gölgesinden korkmayacaktır. Kendini eleştirebilen, başkasını yargılamaya daha az meyilli olacaktır.
Belki de en önemli soru şudur: Başkasında en çok neyi eleştiriyorsak, o şey bizde ne kadar var? Eğer birini cimrilikle suçluyorsak, acaba biz ne kadar paylaşımcıyız? Birini bencillikle yargılıyorsak, acaba biz hangi fedakârlıktan kaçtık? Gerçek gelişim, bu sorularla ve yanıtlarını aramakla başlayacaktır. Eski bir atasözümüz de bu konuda net bir tavır ortaya koymaktadır. Başkasına çuvaldızı batırmadan önce, iğneyi kendimize batırmamız gerektiğini vurgulamaktadır.
Kusurlarla barışmak, başkalarının hatalarına hoşgörüyle yaklaşmayı sağlayacaktır. Zira biliriz ki hiç kimse mükemmel değildir. Hepimiz birbirimizin aynasında, biraz daha netleşen eksik ve kusurlu varlıklarız. Belki de en büyük erdem, birini yargılamadan önce içimizdeki eksikleri ve kusurları dürüstçe kabul edebilmektir.