
Dil: İnsan Zihninin Görünmeyen Aynası
Prof. Dr. Ünal Çamdalı
İnsan, dünyayı sadece gözleriyle görmez; onu diliyle ( ve bilgisiyle) inşa eder, imar eder.
Bir taşın sertliğini, bir rüzgârın serinliğini, bir duygunun derinliğini dile dökmeden varsaymak zordur. Çünkü dil, yalnızca bir iletişim aracı değil, aynı zamanda varoluşun düşünsel biçimidir. Her kelime, insanın evrene attığı küçük bir ağ gibidir; anlamı yakalamak, onu adlandırmak içindir.
Dilin Kaynağı: Sessizlikten Söze
İlk insanın ağzından çıkan ilk ses, belki de bir hayranlık ifadesiydi: göğe, güneşe ya da korkuya. O sesten bugüne, dil milyonlarca yıl boyunca biçim değiştirdi, şekil değiştirdi ama özü hep aynı kaldı: anlam üretme çabası.
Bir çocuğun konuşmayı öğrenmesi, aslında insanlığın o ilk anlam arayışını yeniden sahneye koymasıdır. O, seslerin içinden bir düzen kurar; düzenin içinden dünyayı anlamlandırır.
Felsefeci Wittgenstein, “Dilimin sınırları, dünyamın sınırlarıdır” derken tam da bunu vurgulamıştı. Kelimenin olmadığı yerde düşünce tam doğmaz; düşünce doğmayınca dünya basit kalır hatta eksik kalır. İşte bu yüzden, dil yalnızca konuşulan bir şey değil, düşünülen bir varlıktır.
Dil Nasıl Gelişir: Zamanın Ellerinde Yoğrulan Canlı Bir Varlık
Diller, tıpkı canlılar gibi doğar, büyür, değişir.
Zaman onların derisini eskitir, kelimelerini aşındırır, yenilerini doğurur.
Toplumun kültürü, teknolojisi, inancı, coğrafyası, hepsi dilin damarlarına işler.
Bir kelimenin anlamı bile, çağın nabzına göre değişir: “yazı” bir zamanlar yazgı anlamında “kader” demekti, şimdi “metin” oldu. Demek ki dil, insanın tarih boyunca kendisiyle yaptığı en uzun soluklu diyaloğudur.
Türkçe: Rüzgârın Taşıdığı Dil
Türkçe, bu diyaloğun doğudan doğup batıya yürüyen sesidir.
Orhun Yazıtlarında taşlara kazınan ilk kelimeler: “Üze kök tengri asra yağız yir kılındukda (Üstte mavi gök, altta yağız yer yaratıldığında)...” hâlâ göğün mavi yankısını taşır.
O yazıtlarda yalnızca devletin değil, düşüncenin, bilincin ve Türk kimliğinin hatta evrenin doğuşu vardır
Türkçe, bin yıllardır rüzgârla, göçle, savaşla, inançla yoğrulmuş bir dildir.
Kökü Orta Asya’nın bozkırlarına, sesi Anadolu’nun ovalarına uzanır.
Bir ucunda Uygurcanın kadim harfleri, ötekinde İstanbul Türkçesinin zarafeti vardır.
Bütün bu çeşitliliğe rağmen, onu birleştiren ortak damar: Eklemeli yapısıdır. Yani düşüncenin halkalar gibi birbirine eklendiği, mantığın kat kat örüldüğü bir sistemdir.
Bir kök “gel” üzerine bir dünya kurulur: geldim, geleceğim, gelebilirim, gelemeyebilirim, gelemeyecektim...
Her ek, insanın zamana, olasılığa, duygulara hükmetme biçimidir.
Bu yüzden Türkçe, bir anlamda düşünmenin matematiğidir.
Türkçenin Yeri: Dillerin İpek Yolu
Dünya dilleri arasında Türkçe, hem köklü hem de köprü bir dildir.
Adriyatik’ten (Balkanlardan) Çin’e kadar uzanan geniş bir coğrafyada yankı bulur.
Kardeşleri: Azerice, Kazakça, Kırgızca, Özbekçe, Uygurca, hep aynı gövdeden doğmuştur.
Her biri farklı iklimin nefesini taşır ama kökleri aynı: Türkçe düşünmek.
Bu dilin yapısında disiplin vardır, ama aynı zamanda şiir.
Bir cümlede hem bir askerî düzen hem bir ozan coşkusu hissedilir.
Belki de bundandır: Türkçe konuşan bir toplum, düşünürken bile müzikal bir ritim taşır,
bir ses uyumu, bir düzen, bir içsel denge.
Sonuç: Dili Korumak, Kendini Korumaktır
Diller, sadece kelimelerden değil, hafızalardan da oluşur.
Bir dil yok olursa, onunla birlikte bir bakış açısı, bir duyarlılık, bir insanlık biçimi de kaybolur.
Türkçeyi korumak, yalnızca bir kültürel görev değil; varoluşun gerekliliğidir. Çünkü dil, insanın kendine söylediği en uzun şiirdir ve Türkçe, o şiirin hâlâ bitmemiş, rüzgârda yankılanan dizelerinden biridir.
Son söz olarak şunu da ifade etmek önemlidir: ekonomi bozulsa düzelir, eşya kaybolursa yok olmaz ancak dil yok olursa millet yok olur. Tarihi gerçeklikle sabittir ki yok olan millet bir daha asla var olamaz. Birçok kadim milletin yok olmasındaki temel nedenlerinden birinin de dillerinin yok olması gerçeğini, unutmamak gerekir.