
Balkanlar: Kırık Aynada Yansıyan, Taştaki Dua
Ali DURSUN
Balkanlar, rüzgârın dua taşıdığı, taşların hikâye söylediği bir coğrafyadır.
Yeryüzü bir kitapsa, bu topraklar onun en ağır, en mahrem ve en suskun bölümüdür. Vadilerde ezan sesi yankılanır, köprüler sükûtla konuşur, mezar taşları dua fısıldar. Burası sadece bir harita değil; tarihin hafızası, medeniyetin kalbidir.
Saraybosna’nın dar sokaklarında yankılanan adımlar, Mostar’ın sabır yüklü köprüsünde akan nehir, Üsküp’ün taş köprüsünde saklı mühürler, Srebrenitsa’nın yeşil yamacında fısıldayan mezarlar, Ohri’nin göl aynasında yansıyan dualar, İşkodra’da bir ninenin mırıldandığı türkü, Tiran’ın cami avlusunda çocukların kahkahası, Priştine’de bir tiyatro sahnesinde canlanan Osmanlı hikâyesi, Belgrad’da bir kalenin gölgesinde anlatılan tarih… Her biri, geçmişin mahrem duasını bugüne taşıyan sessiz tanıklıklardır.
Balkanlar’a vardığımda sınır çizgileri değil, geçmişin suskun ama derin bakışları karşıladı beni. Uçağın tekeri piste değdiğinde değil; bir ezan, bir taş, bir dua kalbime çarptığında hissettim oraya vardığımı. Burası kitaplardan değil, dualardan; hatıralardan, rüzgârın taşıdığı kelamsız nabızlardan çağırır.
Yıkılmış şehirlerden çok, kırılmış kalplerin; yakılmış köylerden çok, yarım kalmış kardeşliklerin yurdudur. Her adım, tarihin yalnızca arşivlerde değil, insanın ruhunda da yaşadığını hatırlatır.
Medeniyet burada bir tohum değil, göğe açılan bir secdedir.
Osmanlı, bu topraklara bir idare değil; adalet, edep, merhamet ve vakarla örülmüş bir ruh bırakmıştı. Caminin avlusuna ayakkabı değil edep girerdi; çeşmeye el değil rahmet dokunurdu. Her minare bir şehadet, her köprü bir selam, her çarşı bir vakıf duasıydı. Ama sonra bir sabah ezan sustu, barut konuştu. Batı’nın hırsı, rahmetin önüne geçti. Çocuklar soldu; çiçekler değil.
Osmanlı’nın çekilişi bir idarenin değil, bir medeniyetin gölgesinin kalkmasıydı. 19. yüzyılın sonunda karanlık yavaş yavaş yükseldi. Balkan Harbi’nde bir ümmet kıyıma uğradı. Sırp çeteleri köyleri bastı, minareler devrildi, camiler ahıra çevrildi. Manastır’dan Kosova’ya, Edirne’den Üsküp’e kadar Müslümanlar ya kılıçtan geçirildi ya da can havliyle Anadolu’ya sürüldü. Evladı Fâtihan, kendi toprağında öksüz kaldı.
Türküler ağıta dönüştü. “Manastır’ın ortasında var bir havuz” dizesi, artık bir hasreti değil, bir yitişi anlatıyordu. “Drama köprüsü bre Hasan dardır geçilmez,” ifadesi, kurşunla yontulmuş taşların diline dönüştü. Ve o taşlar, bir başka çığlığı fısıldadı: Mora Müftüsü’nün kızının dizeleri, “Bu şehir öksüz, bu gönül mahzun,” diye yankılandı. Sükûtun ahengiyle örülmüş mısralar, gurbetin diliyle yazılmış bir duanın haykırışıydı.
1990’larda ateş yeniden indi Balkanlara. Haritalar değil, kalpler yeniden çizildi. Tanklar sadece şehirleri değil, kardeşlik hukukunu ezdi. Dünya sustu. Müslümanlar söz konusu olduğunda kulaklar sağır, gözler kör, vicdanlar taş kesildi. Srebrenitsa, insanlığın gömüldüğü bir utanç lekesi olarak tarihe kazındı.
Ama Balkanlar sadece acının değil, dirilişin de adıdır. Taş köprüler yeniden inşa edildi. Ezanlar tekrar gökyüzüne yükseldi. Türkiye, geçmişte çektiği gölgesini bugün merhametle geri getiriyor. TİKA'nın restore ettiği camiler, medreseler; Yunus Emre Enstitüsü'nün kurduğu kültür köprüleri; Maarif Vakfı’nın açtığı okullar; YTB burslarıyla Türkiye'de yetişen Balkanlı gençler… Her biri kalıcı kardeşliğin yeniden filizlenmesini sağlıyor.
Ancak bu diriliş yalnızca kurumsal yapılarla sınırlı değil. Sivil toplum kuruluşları, Anadolu’dan gelen gönüllülerin kurduğu sınıflarda sadece dil öğretmiyor; hatıra taşıyor, ruh veriyor. Novi Pazar’da YTB bursuyla okuyan bir gencin köyüne dönüp açtığı kültür merkezi, Priştine’de bir okulun avlusunda Türkçe şarkılar söyleyen çocuklar, İşkodra’da TİKA destekli kadınlara yönelik bir terzihanede yeniden beliren tebessüm... Bunlar yalnızca projeler değil; kalpten kalbe kurulan sahici köprülerdir.
Saraybosna’da bir kahvehanede, fincanın buğusu asırlık bir sohbeti çağırıyordu. Yaşlı bir adam, gözlerinde savaşın tortusu, “Bu şehir pes etmedi,” dedi. Ardından ekledi: “Bir vakitler ‘Neredeydiniz?’ diye sorardık. Çünkü siz bizim gölgemizdiniz.” Bu sitem, kültürel bağların zayıfladığı, ortak tarih bilincinin gölgede kaldığı yılların çığlığıydı.
Mostar’da köprünün başında bir genç, “Bu köprü bizim kalbimiz,” dedi. Nehrin akışında saklı hikâyeler, taşların sabrı ve yeniden doğuşun ezgisi vardı. İşkodra’da bir çarşıda, terzihanede çalışan kadınların gözlerindeki umut, “Biz hep buradaydık,” diyordu. Gözlerindeki yalnızlık bir milletin değil, bir medeniyetin yetimliğiydi. Srebrenitsa’da mezar taşları susmuyordu; bir mavi kelebek, toprağın içinden umudu fısıldıyordu. Üsküp’te taş köprü geçmişin mühürlerini taşıyor; Ohri’de gölün aynasında dualar yansıyor; bir nine türküyle tarihi mırıldanıyordu.
Balkanlar’ın kültürü, Osmanlı’nın mirasıyla Balkan ruhunun dansıdır. Saraybosna’da ezan, İşkodra’da bir terzihanenin içtenliği, Tiran’da bir çocuğun neşesi, bir sevdalinka türküsünde aşk ve yas, medeniyetin kalbinde yankılanıyor. Çünkü kültür sadece taşta değil, kalpte yaşar; bir ninenin duasında, bir gencin hayalinde yeniden can bulur.
Bu topraklar bir çağrıda bulunmuyor; bir yüzleşmeye davet ediyor. Bir zamanlar “Neredeydiniz?” diye soran bu topraklar, bugün Türkiye’nin adımlarını sessizce alkışlıyor. Ama bilinmeli ki bu alkış, bir son değil, bir sorumluluktur. TİKA’nın medreseleri, Yunus Emre’nin dil kursları, Maarif’in sınıfları, YTB’nin bursları ve sivil toplumun gönüllü elleri, bu yeniden inşanın yapı taşlarıdır.
Balkanlar bir coğrafya değil, bir vicdan sınavıdır.
Taşlara basmak değil, hatıralara dokunmaktır. Her şehir bir yüzleşme; her sokak, geçmişin sitemini taşır ve bugünün umudunu fısıldar. Balkanlar susarak konuşur; cami duvarındaki çatlak, çeşmenin yosunlu taşı, boş mihrap, en derin çağrıdır. Türkiye’ye düşen, geçmişin ihmallerini unutturmak, kültürel bağları derinleştirmek, tarih bilincini genç kuşaklara aktarmaktır.
Çünkü bazı şehirler vardır: insan onlara gitmez, onlar insana gelir.
Balkanlar, taştan yükselen bir dua, rüzgârın taşıdığı bir türkü, gölgelerde saklı bir hatıradır.