
Medeniyetin Hafızası: Taşlarda Nefes, İnsanlarda Hissiyat
Ali DURSUN
Başlarken…
Yeryüzü bir kitaptır; rüzgârın usulca çevirdiği sayfalar, insanın alın teriyle yazdığı satırlar, taşların sessizce sakladığı sırlarla doludur. Her ülke bir harf, her şehir bir kelime, her insan bir hikâyedir.
54 ülkeye yolum düştü; kimi zaman bir dostun çağıran sesiyle, kimi zaman bir kelimenin izini sürerek, kimi zaman zamanın açtığı bir kapıdan geçerek… Bu yolculuklar, bir haritaya çizilmiş rotalar değildi; bir gönül sesinin peşine düşmekti, bir hatıranın yankısını duymaktı. Bu yazı dizisi, şehirlerin değil o şehirlerdeki yüzlerin; taşların değil, o taşlara sinmiş hislerin tanıklığıdır.
Bu yolculuklara bir görev emriyle değil, kalbimin çağrısıyla çıktım. Elimde bir protokol belgesi yoktu, cebimde bir kimlik kartı taşımıyordum belki; ama her gittiğim yerde üzerimde görünmeyen bir sorumluluğun yükünü hissettim.
Zaman zaman, resmi kurumların uzağından destek verdiği sivil projelere gönüllü olarak katıldım; çoğu kez ise yalnızca bir selamı paylaşmak, bir hatırayı dinlemek, bir bakışta yüzyıllık bir hafızaya tanıklık etmek için oradaydım. Bu yazı dizisi, yalnızca bir seyahatnâme değil; yeri geldiğinde farklı ülkelerden öğrencilerle kurduğumuz dostlukların izini, bir coğrafyanın gölgesine sinmiş tarihi, bir kültürün sessizce konuşan yönlerini ve bazen de Türkiye ile kurulan ince bağların ardındaki derin anlamları paylaşacağım bir gönül defteridir.
Bu yolculuklarda anladım ki, medeniyet bir bina değil, bir bakış; bir miras değil, bir sorumluluktur. İnsan, bu köprünün taşıyıcısıdır. Marakeş’te duyduğum ezan sesi, sadece bir çağrı değil; asırlık bir medeniyetin yankısıydı. Saraybosna’da bir ninenin duası, geçmişten bugüne taşınan dirilişin sesi gibiydi. Endülüs’te bir medrese kalıntısında otururken, terk edilmişliğin içinden yükselen bir sabır gördüm; sanki taşlar, “Biz hâlâ buradayız,” diye fısıldıyordu. Orada, geçmişin susmadığını, sadece daha derin bir dille konuştuğunu fark ettim.
Medeniyet, sadece mimaride değil, insanda nefes alır.
Bosna'nın yeşil vadilerinde bir çocuğun tebessümünde, Marakeş’in çarşılarında yankılanan bir türküde, Avrupa sokaklarında ruhunu arayan bir gencin sessizliğinde gördüm bunu. Körfez’de yükselen binaların arasında bile, bazen bir insanın bakışında asırlık bir medeniyetin izleri yankılanıyordu.
Ve Kudüs’te, taşların ağır sessizliğiyle konuşan sokaklarda yürürken, bir annenin gözlerinde İslam’ın vakarını, sabrını ve Hz. Hacer’in çöl ortasında taşıdığı teslimiyetin izlerini gördüm. O bakış, sadece bir hüzün değil; sanki Mescid-i Aksa’nın minberinden yükselen sessiz bir dua, ümmetin kalbinden süzülüp gözlere düşen bir rahmetti.
Gördüm ki; medeniyet bir gül bahçesidir. Her çiçek başka bir kokuya sahip olsa da, hepsi aynı toprağın bereketiyle büyür. Paris’te bir gencin “Burada her şey var ama hiçbir şey yok,” deyişiyle ruhumda açılan boşluk, Batı’nın kaybettiği mana dünyasına işaret ediyordu. Marakeş’te elinde kitap tutan bir öğrencinin kararlı bakışı, tarihin yıkıntıları arasından yükselen bir diriliş çağrısıydı. Balkanlar’da bir Osmanlı köprüsünün taşlarında, sabırla inşa edilmiş bir kimliğin izlerini sürdüm; sanki taşlar, “Beni unutma,” diye fısıldıyordu.
Her ülkede görünen yüzlerin ötesine bakmaya çalıştım. Anıtlar, meydanlar ve müzeler değil; bir çarşıda yankılanan eski bir dil, bir medrese avlusunda oynayan çocukların kahkahası, bir çay sohbetinde anlatılan hatıra çağırdı beni.
Tarih, kitaplarda yazanlardan ibaret değildi; bir babanın evladına bıraktığı nasihatte, bir ninenin dualarında, bir gencin hayallerinde yaşıyordu.
Coğrafya, sadece dağlar ve nehirlerden oluşmuyordu; o dağlarda büyüyen hikâyelerdi, o nehirlerin kıyısında yaşanan hayatlardı.
Ve medeniyet, müzelerde saklı bir geçmiş değil, insan belleğinde hâlâ nefes alan bir bugündü.
Bir kervansaraya vardığımda taşların soğuk yüzüne değil, orada anlatılan bir hikâyeye kulak verdim. Marakeş’in dar sokaklarında bir dükkânda oturan yaşlı bir adamın gözlerinde, çöldeki kumlar gibi binlerce hikâye saklıydı. Bosna’da, Mostar Köprüsü’nün başında dururken bir gencin, “Bu köprü sadece taş değil, bizim kalbimiz,” demesiyle, medeniyetin taşla değil, kalple kurulduğunu bir kez daha hatırladım. Avrupa’da bir kahvehanede oturan yaşlı bir adamın “Biz burada hep yabancıyız,” deyişi, içimde kopan fırtınanın habercisiydi. Ama insan, her yerde aynı özü taşıyordu: bir umut, bir hasret, bir hikâye…
Hakikat, hayatın içinde aranır.
Ben bu hakikati, bir medrese avlusunda çocukların oyunlarında, bir çöldeki bedevinin çadırında, bir Balkan köyünün taş sokaklarında buldum. Her defasında, medeniyetin bir miras değil, bir sorumluluk olduğunu hissettim.
İnsan, medeniyeti taşıyan bir köprüydü; her nefesiyle, her adımıyla o köprüyü yeniden inşa ediyordu.
Bu yazı dizisi, bir seyahatname değil; bir his ve hafıza defteridir.
Ülkeleri değil, o ülkelerdeki yüzleri; şehirleri değil, o şehirlerde yaşanmış hayatları anlatacak.
Bir medrese avlusunda oynayan çocukların izini süreceğiz; bir çarşıda yankılanan türkünün peşine düşeceğiz.
Taşlar konuşacak. İnsanlar hatırlayacak.
Ve biz, her yazıda medeniyetin kalbine bir adım daha yaklaşacağız. Çünkü medeniyet sadece geçmişte aranmaz; bugün, hâlâ yaşayan sessiz tanıkların gözlerinde ve yüreklerinde konuşur.
İlk durağa birlikte gidelim.
Seslerin ötesinde, taşların arasında bir hikâye bizi bekliyor…