
Zamanın Fısıltısı, Taşların Şahitliği: Bosna
Ali DURSUN
Bosna, sadece Balkanlar’ın kalbinde dağlarla çevrili bir coğrafya değil; geçmişin ağırlığını omuzlayan, geleceğe ise dualarla yürüyen bir yürek gibidir. Her sabah Vrelo Bosne’den süzülen berrak su gibi, Bosna da sessizce akar insanın içine. Tarihin, acının ve umudun izlerini taşıyan bu topraklar, sadece bir milletin değil, insanlığın vicdanıdır. Üçüncü kez Balkan yollarındayım. İlkinde geçmişi anlamaya, ikincisinde geleceğe bakmaya çalıştım. Şimdi ise ailemle birlikte, çocuklarıma bir mirası hissettirmek için buradayım. Her taş, sadece bana değil, evlatlarıma da bir hikâye fısıldıyor. Bu yolculuk, artık bir gezi değil; bir tanıklık, bir emanet taşıma hâline geldi.
Başkent Saraybosna, Bosna’nın ruhunu en berrak yansıtan şehirdir. Avusturya-Macaristan’ın gotik mimarisiyle Osmanlı’nın zarafeti burada kol kola gezer. “Avrupa’nın Kudüsü” olarak anılan bu şehir, çokkültürlülüğün canlı bir tablosudur. Boşnaklar, Sırplar, Hırvatlar ve Yahudiler, yüzyıllar boyunca bu topraklarda bir arada yaşamış; cami, kilise ve sinagog yan yana yükselmiştir. Başçarşı’daki bir sebilden avucunuza dolan serin su, sadece susuzluğunuzu değil, tarihin özlemini de giderir. Gazi Hüsrev Bey Camii’nin gölgesinde sabah ezanı yükselirken, bir sokak ötede Katolik katedralinin çanları duyulur. Bu harmoni, 15. yüzyıldan beri süregelen bir arada yaşama kültürünün sessiz şahididir. Ancak bu çokkültürlülük, 1992-1995 Bosna Savaşı’nda sınanmış; şehir kuşatma altında hayatta kalmak için mücadele etmiştir. Umut Tüneli, bu dönemde bir milletin nefes borusu olmuş; yiyecek, ilaç ve umut, bu dar, nemli koridordan taşınmıştır. Tünelin toprak kokan havasında nefes almak, bir halkın yaşama tutunuşuna dokunmaktır.
Saraybosna’dan dağların yamaçlarına, Vişegrad yakınlarındaki Ahmaçi Köyü’ne uzanan yol, savaşın en karanlık yüzünü gösterir. 1993’te, Bosna Savaşı’nın en acımasız katliamlarından biri burada yaşanmış; siviller evlerinden alınıp yakılarak öldürülmüştür. Taşlara sinmiş sessizlik, acının hatırasını korur. Ahmaçi, artık sadece bir köy değil; unutmamanın ve hatırlamanın mekânıdır. Buradaki her duvar, insanlığın vicdanına bir uyarıdır.
Saraybosna’nın canlı karmaşasından kuzeybatıya, Osmanlı vezirlerinin şehri Travnik’e uzanan yol, sizi sükûnetle sarar. Mavi sulu dereleri, kaleye tırmanan taş yolları ve şiir gibi bir sessizliğiyle Travnik, adeta zamanın dantel gibi işlendiği bir yerdir. Osmanlı’nın 15. yüzyılda Bosna’ya getirdiği adalet, mimari ve zanaat kültürü, burada hâlâ canlıdır.
Yolculuk güneye, Mostar’a uzanır. 1993’te savaşta yıkılan, sonra 2004’te UNESCO’nun desteğiyle yeniden inşa edilen Mostar Köprüsü, sadece bir yapı değil; bir halkın hafızası, direnci ve yeniden doğuşudur. Neretva Nehri’nin iki yakasını birleştiren bu köprü, Boşnak ve Hırvat topluluklarını da sembolik olarak bir araya getirir. Mostar’dan kıvrılarak Blagay’a vardığınızda, kayalıktan fışkıran bir suyun yanı başında Blagay Tekkesi karşılar sizi. 15. yüzyılda Sarı Saltuk’un nefesiyle şekillenmiş bu Bektaşi tekkesi, suyun şırıltısıyla geçmişin hikâyesini anlatır. Tekkeden ayrıldığınızda, taş evleriyle Poçitel çıkar karşınıza; burada tarih susar, ama taşlar konuşur.
Osmanlı’nın Bosna’daki izleri, Vişegrad’daki Drina Köprüsü’nde somutlaşır. 16. yüzyılda Mimar Sinan’ın talebesi Sokullu Mehmet Paşa tarafından inşa edilen bu köprü, sadece iki kıyıyı değil, iki zamanı da birleştirir. İvo Andrić’in Drina Köprüsü romanında dediği gibi, köprü bir toplumun kaderiyle yaşar, çürür ve dirilir.
Bosna’nın en ağır yarası, Srebrenitsa’dadır. 1995’te, Avrupa’nın gözü önünde gerçekleşen soykırım, 8 binden fazla insanın hayatına mal oldu. Bembeyaz mezar taşları, bu kaybın sessiz çığlıklarıdır. Taşların arasında yürürken, yüzlerce annenin ve evladın kavuşamayan duaları kulaklarda yankılanır. “Unutursan tekrar eder” sesi, Bosna’nın tarihini ve insanlığın vicdanını hatırlatır.
Viloa Bosna, savaşın yıkımından sonra kültür, sanat ve hafıza çalışmalarıyla yeniden inşa edilen bir mekândır. Genç sanatçıların sergileri, kültürel festivaller ve toplumu bir araya getiren projeler, Bosna’nın geleceğe umutla bakmasını sağlar. Örneğin, savaş sonrası genç nesillerin bir araya geldiği tiyatro etkinlikleri ve belgesel projeleri, farklı etnik gruplar arasında diyalogu güçlendiriyor. Bu çaba, Bosna’nın çokkültürlü ruhunu yeniden canlandırıyor.
Bosna’nın savaş sonrası yönetim modeli, çokkimlikli yapısını yansıtırken, aynı zamanda karmaşıklığını da gözler önüne serer. 1995 Dayton Anlaşması’yla ülke, Bosna-Hersek Federasyonu (Boşnak ve Hırvat), Sırp Cumhuriyeti ve Brçko Özerk Bölgesi olarak üçe bölündü. Her bir bölgenin kendi hükümeti, parlamentosu ve yasaları var; bu, idari bir karmaşa yaratırken, etnik gruplar arasında gerilimi de sürdürüyor. Sokaklarda bu ayrım hissedilir: tabelalar iki alfabe arasında suskun, okullar farklı müfredatlarla bölünmüş, ama acı ortaktır. Yine de, çokkültürlülük Bosna’nın DNA’sında yatıyor. Osmanlı döneminde başlayan, farklı din ve etnik grupların bir arada yaşama pratiği, savaş sonrası bu kırılgan yapıda bile devam ediyor. Bosna Gülleri, savaşta düşen top mermilerinin kraterlerine dökülen kırmızı reçineyle oluşturulmuş; her biri bir yara, bir uyarıdır.
Bosna mutfağı, tarih gibi çokkültürlüdür. Džezva’da pişirilmiş Boşnak kahvesi, rahat lokumla sunularak geçmişi ve bugünü birleştirir. Cevapi, somun ekmeğiyle sade ama doyurucudur; burek ise bir hamur işi değil, bir hayat pratiğidir. Yemek, burada karın doyurmaz; bir araya getirir, hatırlatır, iyileştirir.
İgman Dağları, savaşta nefesin donduğu, bugünse bembeyaz huzura bürünmüş zirvelerdir. Bosna’nın sabrı, bu dağların eteğinde dinlenir. Bosna, sadece geçmişiyle değil, geleceğiyle de konuşur. Her sabah minarelerden yükselen ezan, bir çağrıdır: “Unutma. Hatırla ki yeniden inşa edebilesin.”
Bu çağrı, şimdi evlatlarımın da kalbine işleniyor. Çünkü bazı topraklara gitmez insan; o topraklar gelir, kalbe yerleşir. Bosna, nesilden nesile aktarılan bir emanet, taşlardan yükselen bir dua, tarihle yoğrulmuş bir şahitliktir.
Bu çağrı, şimdi evlatlarımın da kalbine işleniyor. Çünkü bazı topraklara insan gitmez; o topraklar gelir, kalbe yerleşir. Bosna, nesilden nesile aktarılan bir emanet değil yalnızca; Vrelo Bosne’nin sularında yankılanan bir dua, taşlara sinmiş bir şahitliktir. Kimi zaman bir ezanla, kimi zaman bir mezar taşıyla; ama her zaman hatırlatarak yaşar: “Unutma ki yeniden inşa edebilesin.”