Suriye’de yıllardır süregelen iç savaş, Kasım 2024’te yeni bir dönemece girdi. Beşşar Esad rejim güçleri ile muhalif gruplar arasında yaşanan çatışmalar, bu defa Halep, İdlib ve Hama bölgelerinde yoğunlaştı. Savaşın başlangıcından bu yana defalarca el değiştiren bu topraklar, yeniden kanlı bir mücadelenin sahnesi oldu. Ancak bu kez muhaliflerin sahadaki ilerleyişi ve rejim güçlerine karşı kazandıkları zaferler dikkat çekti.
Halep, savaş boyunca stratejik önemini hiçbir zaman yitirmedi. Kasım ayında, Heyet Tahrir Şam (HTŞ) liderliğindeki muhalif gruplar, Halep’in batı kırsalında geniş çaplı bir operasyon başlattı. Bilindiği üzere HTŞ, Nusret Cephesi’nin yani El-Nusra’nın yeni adı. El-Nusra da El-Kaide’ye bağlı büyük bir gruptu. IŞİD’in isim değiştirdiği dönemde, El-Kaide ile yaşanan krizin sebebi, El-Nusra lideri Muhammet Fatih Culani’nin IŞİD lideri Bağdadi’yi dinlememesiydi. İşte o El-Nusra yani bugünkü adıyla Heyet Tahrir Şam tarafından 27 Kasım’da başlatılan bu harekât, Halep’in batısındaki birçok köy ve kasabanın muhaliflerin kontrolüne geçmesiyle sonuçlandı. Ayrıca, kritik öneme sahip 46. Alay üssü ele geçirildi. Bu kazanım, yalnızca askeri değil, aynı zamanda psikolojik bir zafer olarak da değerlendiriliyor.
Halep’te yaşanan bu hareketlilik, İdlib’de de yankı buldu. İdlib’in güneydoğusundaki Serakib ilçesi, muhalifler tarafından kuşatılarak rejim güçlerinden alındı. Bu bölgeler, yıllardır Esad rejimi ile muhalif gruplar arasındaki çatışmaların merkezindeydi ve şimdi muhaliflerin kontrolüne geçmesi dengeleri değiştirdi.
Halep ve İdlib’deki kazanımların ardından muhalif gruplar, Hama’nın kuzeyinden ilerleyerek kent merkezine ulaştı. Bu bölgede de rejim güçleri, muhaliflerin baskısı karşısında geri çekilmek zorunda kaldı. Hama’da kaybedilen bölgeler, rejimin savaş gücündeki zayıflamanın önemli bir göstergesi olarak değerlendiriliyor.
ABD, Suriye’deki bu gelişmelere ilişkin yaptığı açıklamalarda, özellikle IŞİD tehdidine dikkat çekti. Bölgedeki başkentlerle temas halinde olduklarını belirten Washington yönetimi, sahadaki askeri mevcudiyetini sürdüreceğini vurguladı. Bu açıklamalar, Suriye’de yalnızca yerel aktörlerin değil, küresel güçlerin de pozisyonlarını yeniden gözden geçirdiğini gösteriyor.
Nereye Gidiyoruz?
Gelişmelerin kısa bir özetini ortaya koyduktan sonra bir takım cevaplanmamış sorular var: Birincisi Suriye’de HTŞ önderliğinde başlatılan bu operasyonlar istikrarlı bir şekilde sürebilir mi ve Esad Rejimi’ne son verebilir mi? Şu unutulmamalı ki 13 yıldır süregelen savaş boyunca, zaman zaman köyler ve kasabalar el değiştirir, kimi zaman da büyük şehirler farklı güçlerin kontrolüne geçer. Dolayısıyla Halep ve Hama şehirleri Suriye yönetiminin kontrolünden çıktı diye Suriye Devrimi tamamlanacak ve Esad yönetimi devrilecek anlamı çıkmamalıdır. Ayrıca Esad yönetimi uluslararası güçlerin yardımlarıyla devrilirse dahi İsrail’e bu kadar yakın bir konumda radikal İslamcı bir yapı olan HTŞ’nin devletleşmesine müsaade edilmeyecek, muhtemelen IŞİD’in sonlandırıldığı yöntemlerle etkisiz hale getirilecektir.
İkincisi ABD’de yeni yönetim yani Trump ve kabinesi İsrail ile ilişkiler konusunda büyük bir özveriye sahiptir. Nitekim ABD’nin geleneksel Ortadoğu politikası birincisi İsrail’in güvenliği, ikincisi Ortadoğu petrollerinin arzı ve küresel pazarlara transferleri ve üçüncüsü kitle imha silahlarının radikal unsurların eline geçmemesi ilkeleri üzerine kuruludur. Dolayısıyla İsrail yakın çevresinde vekil güçlere karşı operasyonlar gerçekleştirirken Suriye içindeki gerek Esad güçleri gerek Hizbullah güçleri gerek İran milislerinin yıpratılması işine gelecektir. Bu nedenle HTŞ’nin Esad yanlısı güçlerin enerjisini tüketmesi İsrail’in işine geldiği gibi ABD’nin de bölgedeki varlığını meşrulaştırmaya hizmet edecektir.
Üçüncüsü, bizim ülkemiz ne yapmalıdır? Öncelikle Türkiye, Özgür Suriye Ordusu içindeki pek çok grupla iyi ilişkilere sahipti. Son zamanlarda bunlar Suriye Milli Ordusu olarak isim değiştirdiler ki artık hangi ismi aldıklarını takip etmek zorlaştı. Türkiye’nin desteklediği muhalif grupların büyük bir bölümü HTŞ ile iyi geçinen gruplardır. Evet, Özgür Suriye Ordusu içindeki bazı gruplar HTŞ ile iyi geçinirken, bazıları bu örgütü daha yakın bir müttefik olarak görmektedir. Türkiye, muhaliflerin HTŞ ile birlikte yürüttüğü operasyonlara destek vermekten kaçınmalı ve bu ittifakın dışında kalmalıdır. Ayrıca başka ülkelerden ya da Türkiye içinden HTŞ’ye katılacak unsurlara karşı tedbirler alınmalı ve sınır güvenliği tedbirleri artırılmalıdır. Ayrıca Türkiye hem Rusya üzerinden Esad rejimine bu muhalif gruplara yönelik bir destek vermediği mesajını vermeli hem de Trump yönetimi ile görüşerek Türk askerinin Suriye’de konuşlandığı alanlar boyunca HTŞ güçlerinin girişine engel olacağı ve bu konuda askeri işbirliğine açık olduğu mesajını iletmelidir.
Kimi yorumcular bu önerilere gülebilir ya da kızabilir çünkü bu yorumculara göre zaten HTŞ’yi destekleyenin Türkiye olduğu zannedilmektedir. Maalesef HTŞ’ye yani El-Nusra’ya zorla bir şey yaptıramazsınız. Bütün devletler IŞİD gibi El-Kaide gibi yapılar içinde yetişen personelleri aracılığıyla bu örgütleri manipüle etmeye ve kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmeye çalışır. Muhtemelen hem ABD, hem Türkiye, hem Rusya, hem de diğer devletler bu örgütlerin içine nüfuz etme girişimlerinde bulunmuştur, bulunur, bulunmalıdır. Ancak bu tür örgütlerin tamamen dış aktörler tarafından kurulup yok edildiği görüşü temelsiz bir görüştür. Bu tür radikal hareketler, sosyolojik bir zemin ve radikalleşme sürecinin bir sonucu olarak ortaya çıkar. Ortaya çıkan şey üzerine devletler bu yapıları kendi çıkarlarına göre hareket ettirmek istediği için gizliden gizliye manipüle etmeye çalışabilir. Ancak Türkiye’nin Suriye sahasında bu tür gelişmelere karşı mesafeli bir politika izlediği değerlendirilmektedir.
Sonuç olarak, kasım ayındaki gelişmeler, Suriye’de çatışmaların yeni bir evreye geçtiğini gösteriyor. Muhaliflerin sahadaki ilerleyişi Suriye krizini yeniden gündeme taşıyor. Halep, İdlib ve Hama’da yükselen ateşin ne kadar süreceği bilinmez, ancak bir gerçek var: Suriye’de savaş, yalnızca silahların değil, aynı zamanda uluslararası siyasetin de yönünü şekillendiren bir kriz olmaya devam ediyor. Ve bu kriz, hâlâ çözümsüzlüğün karanlığında sürükleniyor.
(*) İnönü Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü