
AVNİ BEY'İN SESSİZ ÇIĞLIĞI
Feyyaz İRFAN
Bilindiği üzere OECD uzmanlarınca geliştirilen PİSA ölçüm aracı ile her üç yılda bir ülkelerin eğitim sistemlerinin (matematik, fizik, edebiyat ve yabancı dil öğrenme) ölçümü yapılmakta ve seviyeleri belirlenmektedir. En son 2015 yılında yapılan ve 2016 yılında açıklanan PİSA sonuçları Türkiye için çok acı bir tablo ortaya çıkarmıştır. Dünya ülkeleri sıralamasında kendi dilinde okuduğunu anlamada bile 65 ülke arasında 41. sıradayız. İşin korkunç olan tarafı problem çözme, icat ve buluş yapma becerisinde OECD ortalaması % 11,4 iken Türkiye % 2,2’dir. Güney Kore’de bu ortalama % 28’dir. Eğitimdeki gerçeklerimiz maalesef böyle…
Bu sonuçlar bizi 2012’de yapılan PİSA sonuçlarının da gerisine gittiğimizi gösteriyor. Yani ibre yukarıya değil, aşağıya doğru gidiyor. Ama eğitimin sorumluluğunu üstlenmiş olanlar, ne yazık ki bu durumdan ders çıkarmış gözükmüyorlar.
Siyasilerimizin, şu kadar derslik yaptık, bizim iktidarımızda şu kadar öğretmen atadık vb. sözler bu tablo karşısında ne kadar anlamlı, değerlendirme siz değerli okurlarımızın…
Eğitim sistemimizin, kabiliyeti olanları teşvik etmek, erdemli, ahlaklı, şahsiyetli ve de idealist insanı inşaa etmek gibi bir mecburiyeti var. Bunu gerçekleştiremez isek yukarıdaki tabloyu değiştirme imkanımız olamayacağı gibi ekonomik sistemimizi de geliştiremeyiz. Bu gidişle ekonomik hedef olarak açıklanan, 2023’te değil ilk 10’a girmek, ilk 20’de kalmamız bile mümkün olmayabilir.
…………
1986 yılının bir cuma günüydü... İlkbahar mevsiminin yaza döndüğü günler yaşanıyor Ankara' da... Çiçekler rengarenk, kuş sesleri bir başka geliyor insanın kulağına bu mevsimde. Hele uçuşan kelebekler, meyveye dönüşmüş ağaç dalları arasında çiçeklerdeki renklere karışmış... Ankara’nın bir kenar semtinde, bahçedeki bu renk cümbüşü ve meyve ağaçlarındaki kuşların kendilerince halleşen sesleri etrafa bir başka yansıyor. Hafiften esen rüzgar bütün bu güzel ve insanın içini ısıtan renk ve ses cümbüşüne ayrı bir zenginlik katıyor.
Avni Bey:
“Bugün yoğun bir program bekliyor bizi, devlet kapılarında… Ben pek alışık değilim böyle resmi programlarda bulunmaya. Açıkçası ne olup bitecek pek de bildiğim yok. Yalnız bize akşamdan bugünün programı için önce Milli Eğitim Bakanı, ardından Başbakan ve ondan sonra da Devlet Başkanının bizi kabul edeceği söylendi. Bunları dün akşamdan bize tek tek açıkladılar. Biraz da oralardaki adap ve erkandan bahsettiler. Anlaşılan benim için sıkıcı geçecek bir gün olacağı açık…” diye geçirdi içinden.
…...
Bakanlığın Kızılay merkez binasında tatlı bir telaş yaşanıyor. Türkiye’nin değişik illerinden Ankara’ya davet edilen hayırseverlere, Altınpark’ta, Belediye'nin sosyal tesisinde Bakan yemek verecek. Yemekte aynı zamanda, hayırseverleri “Kendi okulunu kendin yap.” kampanyasına daha fazla destek vermeleri için onlara sosyal sorumlulukları hatırlatılacak. Bu amaçla Bakanlık bürokratlarıyla kısa bir toplantı yaptı Sayın Bakan. Toplantıda Bakanın özellikle vurguladığı bir husus var ki bu çok önemli diye geçirdi içinden Halis Bey.
“Değerli mesai arkadaşlarım. Biliyorsunuz akşam Belediye evinde hayırseverlerle yemekte beraber olacağız. Sizlerden ricam, herkes hayırseverlerin masalarına dağılsın. İki bürokratı aynı masada oturmuş olarak görmek istemiyorum. Hayırseverleri daha fazla okul-pansiyon yapmaları konusunda teşvik edin. Eğitime yapılacak yatırımın geleceğimize, çocuklarımıza yapılan yatırım olduğunu vurgulayın. Bu hayır işinin hem bu dünya hem öbür dünya için ne anlam ifade ettiği üzerinde durun. Hayırsever vatandaşlarımızı yüreklendirin. Bu fedakârlıklarının insanımız için, toplumumuz için önemini anlatın…”
…..
Park'a girişte onları karşılayan toprak kokusu, akşama kadar beton duvarlar arasında kendilerini hapsolmuş gibi hisseden hayırseverler için bu akşam yaşanacak sürprizlerin başlangıcı idi. “Bu toprak insanı sarıp sarmalıyor, insan, kendini daha bir güvende ve rahatlamış hissediyor. İnsanın topraktan yaratılışının sırrı bu olsa gerek.” diye mırıldandı Avni Bey…
Masaların düzenlenmesine bir başka özen gösterilmiş. Herkesin isimleri ve memleketleri yazılı yemek masalarında. Müzik sesi, bir başka okşuyor ve sımsıcak kucaklıyor gelenleri. Ney sesi, insanı alıp bir yerlere götürüyor, insanın içini ısıtıyor. Masalara konmuş olan çiçekler de bir başka kokuyor. Akşama kadar resmi kabullere iştirak eden hayırseverler için toprak kokusuna karışan çiçek kokuları, derinlere nüfuz eden ney sesi, bir başka okşuyor insanın gönlünü.
Özenle düzenlenmiş masalarda, herkes ismini aramaya başladı. Yerlerini bulma konusunda kısa da olsa bir telaş yaşandıysa da görevlilerin yardımıyla hayırseverler oturacakları yerleri buldular. Sivaslı hayırsever Hüseyin Bey, Mardinli hayırsever Şehmuz Bey, Mersinli hayırsever müteahhit Avni Bey, Diyarbakırlı hayırsever tüccar Rüstem Bey aynı masada oturuyorlardı. Masaya oturan beşinci kişi daha bir özenle giyinmiş, kravatlı, hafif saçları kırlaşmış, görünüş itibarıyla okumuş, yazmış, entelektüel kapasitesi olan birisine benziyordu. Geldi ve herkesi selamlayarak yuvarlak masaya, isminin bulunduğu sandalyeye oturdu. Ardından kendisini tanıttı ve herkesin de ismini ve ilini söyleyerek masada oturanları tanımaya çalıştı. Sıra ile ne işle iştigal ettiklerini sordu. Ardından da kendini tanıttı. Bakanlık'ta çalıştığı Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığındaki pozisyonunu söyledi. Evet, bu masaya özellikle geldiği anlaşılıyordu. Bakanlığın önemli bir kurumu olan Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığında üye olduğunu söyleyen Halis Bey, buradaki sorumluluğunu uzun uzun anlattı. Halis Bey yaptığı işi ve kurumunu anlatırken, Mersin'den katılan Avni Bey’in kafasında bir yığın cevaplandırılması gereken sorular belirdi.
…….
Bakan konuşmasını yapmadan önce yemekler yendi. Yemek sırasında Halis Bey’in masadaki hâkimiyeti baştan kabul edilmiş ve konuştukça memleketin eğitim problemleri, derslik ihtiyacı ve gelecek nesillerin yetiştirilmesindeki ehemmiyet daha bir netlik kazanıyordu. Aynı zamanda millet olarak fert fert üzerimize düşen görev ve sorumluluklar da konuşma sırasında bir bir sıralanıyordu. Nefis yemek kokuları içinde buharı yükselen çorbalar içilirken sohbet de koyulaşıyordu. Ardından malum olduğu üzere esas yemekler ve ardından tatlılar-meyveler ikram edildi. Yemekler yenip tatlıların üzerine çaylar içilirken Bakan konuşma yapmak üzere kürsüye davet edildi.
Bakan, konuşmasına selam ve saygılarını sunarak başladı. Ardından yorucu ancak şerefle anlatılacak anılarla dolu günün arkasından burada fazla söze ne hacet dercesine, “Kendi Okulunu Kendin Yap” kampanyasına verilen desteği şükranla karşıladıklarını ifade etti. Bu hizmetlerin ülkemizin geleceği açısından ne derece önemli ve öncelikli olduğuna dikkat çekti. Hamaset dolu kısa bir konuşmanın ardından yaptıkları okul/kurumları Milli Eğitime bağışlayan bütün hayırseverlere teşekkür ederek konuşmasını nihayetlendirdi. Ve bir başka toplantıya katılmak üzere özür beyan ederek huzurdan ayrılmak zorunda olduğunu söyledi. Ayrılırken kendisini uğurlamak üzere kimsenin yerinden kalkmamasını da rica etti. Bu alışılmış bir durum değildi. Zira bir Bakan, bir yeri ziyaretinde gerek karşılanırken gerekse uğurlanırken bürokratların kendilerini göstermek için ne yapmacık tavır ve davranışlar içinde olduklarını görmüş olanlar için yadırganır gibi oldu.
Bakanın dediği gibi kimse yerinden kalkmadı. Özel kalem müdürü ve koruması ile Bakan yemekten ayrıldı. Söz ve sohbet masalarda koyulaştıkça koyulaştı. Avni Bey'in soruları ile birlikte Halis Bey'in bulunduğu masada sohbet daha bir yakınlaştırdı masada oturanları. Can kulağı ile Halis Bey'in eğitimle ilgili açıklamalarını dinliyorlardı oturanlar. Hatta yan masalardan da bu masaya katılanlar olmuş ve sohbet halkası genişlemişti. Günün son sorusu ama can alıcı sorusu nihayet geldi. Sözü tekrar Avni Bey aldı, Halis Bey’e yönelerek:
Avni Bey:
-“Ben Mersin’de inşaat işiyle uğraşıyorum. Yani müteahhitlik yapıyorum. İki tane okul binası yaptım ve Milli Eğitime verdim. Bunu yaptığım için de çok mutluyum. Benim için hayatımın en anlamlı eseri oldu bunlar. Benim 3 evladım var. İkisi üniversiteyi bitirdi, birisi avukatlık yapıyor, diğeri makine mühendisi bir devlet dairesinde çalışıyor, üçüncüsü okumadı, ortaokuldan terk, o benim yanımda çalışıyor. Yani birlikte inşaat işlerini yürütüyoruz.
Üniversiteyi bitiren avukat kızım ile makine mühendisi oğlum zaman zaman bana sitem ediyorlar. “Baba, çok para kazanıyorsan, okul yapacağına bu paraları bize ver. Bizim de ihtiyacımız var paraya.” derken, yanımda çalışan, yani ortaokuldan terk oğlum “Baba bir okul daha yapalım. Şuraya da hayır yapalım. Öğrencilere burs verelim. Şu caminin halılarını değiştirelim vb.” diyor. Ben çocuklarımın bu durumunu anlamakta güçlük çekiyorum. Okuyan, üniversiteyi bitiren çocuklarım çevresine daha fazla duyarlı olması, daha fazla hayır hasenat yapmamız gerektiğini söylemesi gerekirken tam tersine, okumamış oğlum bunu söylüyor. Okullarda ne yapıyorsunuz, bu çocukların okula gitmezden önce var olan “hayır hasenat duyguları” üniversiteyi bitirince yok oluyor? Kim ne yapıyor, nerede ne yanlış işleniyor da bu çocukların hayır hasenat duyguları kayboluyor? Birkaç yıldır bu soru hep kafamda beni rahatsız ediyor. Anladığım kadarıyla siz önemli bir yerde çalışıyorsunuz… Göreviniz gereği bu durumu bana en iyi izah edecek kişi siz olmalısınız. Nedir bu olayın aslı astarı?” dedi.
Halis Bey'in hiç beklemediği bir soru idi bu. Bir anda sözün sohbetin nefesi kesildi sanki. Halis Bey'i bir anda bir ter bastı. Nerden başlamalıydı bu soruyu cevaplandırmaya… Hani derler ya, “Basit bir gerçek, güzelim teoriyi hep berbat eder.” İşte tam da bu durum gerçekleşti. Her şey çok güzel seyretmişti. Herkes heyecanlanmıştı, Halis Bey Milli Eğitimde yapılanlar ve yapılacakları anlatırken… Ama bu soru her şeyi ve herkesin kafasını allak bullak etti. Çok çetin bir soru ve bir gerçeğe işaret ediyordu. Bir anda Halis Bey'i 30 yıl öncesine götürdü, bu soru.
…….
Günlerden Pazar. Bir gün öncesinden söz vermişti çocuklarına Halis Bey. Pazar günü onları parka götürecek ve salıncakta sallanacak ve kaydıraktan kayacaklardı. Halis Bey'in iki oğlu vardı. Çocuklar oldukça hareketli ve eşi de çalıştığı için hafta içinde anne anneleri bakıyordu küçük yaramazlara! Çocukların bu hareketliliği çok yoruyordu anneanneyi. Onun için anneanne, hafta içinde pazar gününü iple çekiyordu.
Öğleye kadar pakta o oyuncak senin bu oyuncak benim koşuşturup durdu çocuklar. Oyuna doymuyorlardı. Nihayet Halis Bey çocuklara, “Gelin, size dondurma alayım.” dedi. Çocuklar oyunlarını ve oyuncaklarını bırakıp koştular babalarına. Birlikte köşedeki pastanenin yolunu tuttular. Parkın kenarında mendil satan 7-8 yaşlarında bir çocuk, babaları ile parktan çıkan Halis Bey'in çocuklarına imrenerek baktı. İçinden neler geçirdi bilinme ama o mendillerini satıp akşama evine 5-10 lira para götürmenin peşindeydi. Parkı ve parkta oynayan çocukları seyrederken içinden bir sürü şey geçirmişti.
Halis Bey'in büyük oğlu da o yaşlardaydı. Babasına döndü ve “Baba bana biraz para ver de şu mendil satan çocuğa vereyim.” dedi. Halis Bey, hiç tereddüt etmeden çıkardı ve bozuk paralardan bir dondurma parası verdi oğlu Hüseyin’e. Hüseyin koşarak gitti ve o parayı mendil satan çocuğa verdi. Mendili de almadı. Çocuğun sevincini görmeye değerdi. Hüseyin de çok sevinmişti buna. Sevinerek ve hoplaya, zıplaya koşup geldi ve küçük kardeşinin elini tuttu. Bütün bunlar Halis Bey'in bir anda film şeridi gibi gözünün önünden geçti. Bir de Hüseyin’in şimdiki durumunu düşündü… Şimdi, Hüseyin bir özel şirkette, önemli sayılacak bir görevde. Ama o eski yardımsever halinden eser yok. Varsa yoksa yazlıktır, kışlıktır, arabanın yeni modeli çıkmış onun peşine düşer, yaz tatilinde hangi deniz kenarında tatilini geçirecek bütün hesabı kitabı bunların üzerine kurulu.
Evet yıllar içinde ve okul hayatında Hüseyin’in fıtratı ne kadar da bozulmuştu. Şimdi, işte şimdi Halis Bey, Avni Bey'in sorusu üzerine bunları düşündü. Bunların hemen hepsi 15-20 saniye içinde Halis Bey'in beyninde şimşek gibi çaktı. Yıllarca eğitim camiasının içinde ve değişik kademelerinde öğretmen, yönetici, müfettiş, uzman ve Talim ve Terbiye Kurulu üyeliği gibi önemli görevlerde bulunmuş olan Halis Bey, Avni Bey'in bu sorusu ile sanki uykudan uyanmış gibiydi… Bir yerlerde yanlış yapıldığı açıktı ve eğitim camiası olarak bunu engellemek gerektiğini bugüne kadar nasıl da düşünmemişti?
Halis Bey, Avni Bey'in sorusunu nasıl cevaplandıracağını da açıkçası bilmiyordu. Ne söylenebilirdi ki? Ortada bir gerçeklik vardı ve o da bütün bir sistemin baştan aşağı sorgulanmasını gerektiriyordu. Yıllardır, “Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller yetiştireceğiz.” derken yanlış zeminde ve yanlış süreçte hep nesiller bir yerlere savrulmuş ve hala savruluyordu. Slogan doğru idi ama yanlış üretim sürüp gidiyordu. Yatağı değiştirilmiş nehir misali, nereye aktığı ve önüne çıkanları nasıl bertaraf ettiği ortada idi. Bereket bir anons Halis Bey'in imdadına yetişti. Hayırseverleri, akşam kalacakları otellere götürmek üzere arabaların hazır beklediği anonsu yapıldı. Halis Bey, Avni Beye hitaben “Çok önemli bir soru. Bunu çok detaylı konuşmamız gerekiyor. İnşallah bunu yarın detaylı olarak Size anlatırım.” diyerek vedalaşıp ayrıldılar. Ama Halis Bey bu soru karşısında şimdiden içinde çok tedirginlik yaşıyor ve de sorunun cevabını kafasında bulmaya çalışıyordu.
Avni Beylerle vedalaşıp eve dönerken Avni Bey'in sorusu beyninde zonkluyordu. Evet, bir şeyler ters gidiyordu eğitimde, ama ne? Biz neyi, nerede, hangi eğitim kademesinde ıskalıyoruz diye düşündü, eve gelinceye kadar. Bunu düşünürken hep kendi hayatını ve kendi eğitim sürecini, öğrenciliğinden öğretmenliğine, idareciliğinden müfettişliğine her şey gözünün önünden bir film şeridi gibi geçti…
Gece uykusu kaçmıştı. İşte gecenin bir saatinde kalkıp abdest aldı ve iki rekat namaz kıldı. İçinden hep dua ediyordu. Bu müşkül durumun mutlaka bir izahı olmalı diyordu içinden ve Allah’tan yardım istiyordu. Ve birden mesai arkadaşı Abdulkadir Bey'in bir Avrupa ülkesine eğitim amaçlı yaptığı ziyaretle ilgili izlenimlerini paylaşırken, okul öncesi eğitim konusunda gördüklerini anlattığı aklına geldi. “Evet evet… işte bizim ıskaladığımız şey tam da burası.” dedi kendi kendine…
Abdulkadir Bey, bu Avrupa ülkesinde okul öncesi eğitimin oradaki dini kuruluşlarca organize edildiğinden ve değerler anlamında bir bilinç kazandırıldığından bahsetmişti. Yani, insan hakkı, başkasına saygı gösterme, adil olma, dürüst olma, hayırsever olma vb… Bireyin geldiği soyu, sopu, ırkı, rengi değil, daha başka, daha öte bir varlık olduğu, yani insan olduğu ve herkesin biricik olduğu konusu öne çıkarılmıştı. Ve bugün cezaevlerini başka ülkelere kiraya veren bu Avrupa ülkesi verdiği eğitimin sonuçlarını böyle devşiriyordu. Çünkü ülkede suç işleme oranı diğer ülkelere göre çok ama çok düşüktü.
Şimdi daha iyi anlıyordu ülkemizde eğitimin es geçilen süreçlerini. Atalarımız ne güzel söylemişler ve işin bam teline dokunan şu sözü bizlere miras bırakmışlar, dedi içinden. “Yedisinde neyse, yetmişinde odur.”
İşte tam burada “Eğitimi, zihniyeti ve kimliği inşa eden, kişide düşünme ve algılama biçimi oluşturan, karakteri şekillendiren, milli ve manevi değerleri kazandıran bir insan olma sanatı olarak gören ve bunu da ‘’Felsefesi olmayan milletin mektebi olmaz.’’ şeklinde ifade eden büyük düşünür ve eğitimci rahmetli Nurettin Topçu’yu hatırladı. Topçu’nun, ''Maarif Davamız''ın hedefini işaret için kurmuş olduğu şu cümle ne kadar derin manalar taşıyordu ve eğitimimizin sıkıntılarını ortaya koyuyordu. “Bize bir insan mektebi lazım, bir mektep ki, bizi kendi ruhumuza kavuştursun, her hareketimizin ahlaki değeri olduğunu tanıtsın; hayâya hayran gönüller, insanlığı seven temiz yürekler yetiştirsin, her ferdimizi milletimizin tarihi içinde aratsın, vicdanlarımıza her an Allah’ın huzurunda yaşamayı öğretsin…”
Evet, eğitimin bütün tılsımının gizlendiği bu cümlenin yanında, TOPÇU’nun, eğitimle ilgili “Türkiye’nin Maarif Davası” diye yıllarca çırpındığı ve kendine göre de eğitim sistemini formüle ettiği şu ifadelerinin ne kadar yerli yerinde olduğuna hak verdi, Halis Bey. Topçu, eğitim kademelerinde çocuklara ne, nerede verilmeli sorusunu cevaplandırmıştı. Topçu’ya göre; ilköğretimde “Kalp, vicdan eğitimi” yani değerler eğitimi, ortaöğretimde “Zihin, akademik eğitim”, yükseköğretimde ise “Meslek eğitimi” verilmeliydi. Rahmetli Topçu’nun, “Öğrencinin içindeki iyilik duygusunu ortaya çıkarmak, bir enerji oluşturmak için, hem ilkokulda hem de lisede derse müzik ile başlanması gerekir.” önerileri arasındaydı.
Halis Bey, eğitim sistemimizin, dolayısıyla Avni Bey'in sorusunun cevabını bulmuştu. Tekrar kalkıp iki rekat şükür namazı kıldı ve Allah’a hamdetti. Kafasında akşamdan beri kendisini rahatsız eden sorunun cevabını bulmuş olmanın rahatlığı ile tekrar yatağına döndü. Saatine baktı. Gecenin bir yarısı geride kalmış, yeni günün saati 03.00 olmuştu. “İki saat uyku yeter de artar.” dedi kendi kendine. Kafasındaki soruların cevabını bulmuş olmanın rahatlığı ile uykuya daldı.