Varlığın maddeye, maddenin atomlara, atomların enerjiye indirgenmesi insanoğlunun giderek tabiat alemini sömürmesine ve kontrol etmesine sebep oldu. İndirgemecilikten kasıt olayların ya da olguların, onları oluşturan daha basit olguları çözümleyerek anlaşılabileceğini savunmak ve bir şeyi yaratılış amacından çıkarıp sömürüye uygun hale gelmesini sağlamaktır. Nitekim Descartes’ten bu yana bilim dünyasına hakim olan Kartezyen indirgemeciliği savunanlar, varlıkları daha ‘’kullanışlı’’ ve ‘’araçsal’’ hale getirmek için veya Kapitalizmin hizmetine sunup, alınıp satılan bir meta haline getirmek için var gücüyle çalışmaktadır. Kapitalizm en çok hangi düşüncemize zarar verdi diye soracak olursanız ‘’varlık tasavvurumuza’’ derim. Çünkü her şeyin alınıp satılır hale geldiği günümüzde şahsiyetin, onurun, kimliğin menfaatler uğruna beş paraya satılması varlık tasavvurumuzu derinden yaraladı.
Nasıl ki insan varlık evreninde yalnız değilse hiçbir varlık da diğer varlıklardan kopuk ve bağımsız değildir. Klasik İslam düşüncesinin derinlemesine ortaya koyduğu "ilişkiler metafiziği", bütün varlıkların kendi mertebelerinde birbirleriyle irtibat hâlinde olduğunu göstermektedir. Bu ontolojik irtibatların oluşturduğu "varlık dairesi", bir tarafta farklı varlık mertebelerine işaret ederken, öbür tarafta bunlar arasındaki ilişkinin asli bir unsur olduğunu teyit eder. Bu ilişkileri anlamadan varlık dairesinin mensupları hakkında sağlıklı bir bilgiye sahip olmak mümkün değildir. Eşyanın hakikati, sahip olduğu fizik özelliklerinin yanı sıra bu ontolojik ilişkilerde ve işlevlerde ortaya çıkar. Dolayısıyla varlığı tek tek tezahürlerine indirgemek mümkün olmadığı gibi, varlıklar arasındaki ilişkileri zihinsel ve gerçek dışı kategoriler olarak yok saymak da mümkün değildir. Bu manada "dünya", yer-kürenin fiziki yapısından çok, varlıkların birbirleriyle irtibat halinde bir bütünlük arz ettiği yerdir.
Farabi ve İbn Sina'dan Gazzāli ve Molla Sadra'ya uzanan klasik İslam düşünce geleneğinde varlık (vücüd), var olan şeylerin (mevcûdat) toplamından daha fazla bir şeydir. Her mevcüd, vucud'un bir cüzü, tezahürü, sınırlanmış ve ortaya çıkmış hâlidir. Vü-cûd ile mevcut arasındaki ontolojik bağımlılık ilişkisi, aynı zamanda sebep-sonuç ilişkisine benzer bir hiyerarşiyi ihtiva eder. Vücüd, bütün varlıkların ontolojik kaynağı ve temelidir. Tek tek varlıkları anlamak için, bir bütün olarak vücûd'un temel hakikatini kav-ramak gerekir. Bu yüzden varlık araştırmasında doğru kullanılması şartıyla tümdengelim yöntemi de tümevarım yöntemi de kullanılabilir. Yani İbn Sina'nın yaptığı gibi tek tek örneklerinden bağımsız olarak varlık kavramının kendisiyle başlayıp çokluk âlemine de gidebiliriz; tersi bir yöntemle tek tek varlıkları incelemek suretiyle varlıklara anlam ve bütünlük veren vücut kavramına da ulaşabiliriz. Fakat hangi yöntemi benimsersek benimseyelim, vücûd'un hakikati, onun tezahürlerinden ve tekil yansımalarından daha fazla bir şeydir.
Bu aynı zamanda şu manaya gelir. Vücut, tezahürleri tarafından bütünüyle ihata edilemez ve tüketilemez. Yaradılış âlemini oluşturan varlıklar, vücudun mutlak ve kuşatıcı hakikatinin ancak bir kısmını izhar edebilir. Nasıl güneşin ışığı ve ısısı, dünyaya yansıyan kısmından daha fazlaysa, vücûd'un külli hakikati de münferit tezahürlerinden daha fazla bir şeydir. Bu yüzden varlığın anlamını onun tekil yansımalarına indirgemek, ontolojik manada bir kategori hatası yapmak demektir ki bu hata modern ontolojinin temel yanılsamalarından biridir. Modern varlık tasavvuru bu indirgemeci bakış açısını benimsediğinden, tabiat bilimlerinin varlığı maddeye, maddeyi fiziğe, fiziği de kimyasal etkileşimlere indirgemesi kaçınılmaz hale gelir.
Bugün kuantum fiziği, rölativite teorisi ve Big Bang kozmolojisi alanlarında yapılan araştırmalar, fizik âlemin tek bir unsura indirgenemeyeceği sonucunu ortaya koymaktadır. Dahası, 19. ve 20. yüzyılın parçalı ve uzmanlaşmaya dayalı bilim anlayışı yerine disiplinler arası bakış açısı yeniden güç kazanmaktadır. Bu çabanın bizi bütüncül ve kuşatıcı bir evren anlayışına ulaştırıp ulaştırmayacağını söylemek için henüz erken. Fakat Molla Sadra'nın "varlık dairesi" tasviri, parçası olduğumuz yaradılış âleminin entegral ve bütüncül mahiyeti hakkında önemli ipuçları sunmaktadır:
Sadra'nın tasvir ettiği "büyük varlık dairesi", bütün hakikatlerin kaynağı olan İlahi Varlık'tan madde ve surete, oradan tabiat âlemine ve nihayet yaradılış âleminin "mührü" olan insana uzanır ve böylece farklı varlık mertebeleri arasında kuşatıcı ve dinamik bir ilişki kurar. Nitekim vücûd kelimesinin etimolojisi, vücûd'un statik değil dinamik ve çok boyutlu bir mahiyete sahip olduğunu göstermektedir. "Ve-ce-de" ve "ev-ce-de" köklerinden gelen vücûd, "bulmak" ve "bulunmak" manasına gelir. Bu manasıyla vücûd, yani var olmak, idrak etmek ile doğrudan irtibatlıdır. Zira "bulmak" aramayı, "aramak" ise idraki gerektirir. Her şeyi kuşatan varlığın, İslam düşüncesinde "hak" olarak tasvsif edil-mesi de ontolojik ve epistemolojik boyutların tek bir çatı altında toplanmasına imkân sağlamaktadır. Vücûd, hem varlıkların ontolojik kaynağı hem de onların hakikatinin ve manasının kökenidir. Vücûd açısından bakıldığında varlığın "hakikati" (truth) ile "ger-çekliği" (reality) aynı şeydir. Bu yüzden hakikat ile gerçekliği, varlık ile bilgiyi, var olmakla idraki, olgu ile değeri birbirinden ayırmak mümkün değildir. Bu bağlamda Davud el-Kayseri, Descartes'ın tersine, insanın düşündüğü için var olduğunu değil var olduğu için düşünebildiğini söyler. Var olmak düşünceyi önceler ve her tür idrak faaliyetinin zeminin oluşturur. Bu aynı zamanda şu demektir: Varlıklar önce var olur, ondan sonra birtakım sıfatlar kazanırlar. Bu yüzden eşyanın hakikati ve gerçekliği, bilen-düşünen özneden bağımsızdır ve sabittir. Kendisi de varlığın bir parçası olan insanın, varlık âlemi üzerinde ontolojik tahakküm ve epistemolojik tekel kurması mümkün değildir.
Bu varlık tasavvuru Mezopotamya'dan Endülüs'e, Anadolu'dan Horasan'a, Hindistan'dan Akdeniz kıyılarına kadar İslam medeniyetinin bütün büyük duraklarında farklı bir zaman, mekân ve tabiat anlayışının hayata geçirilmesine imkân sağlamıştır. Varlıkları Yaratıcının bir "emaneti" olarak gören, kuşların dilini konuşan, yaratılmış her varlığın kendi zatında bir hakikati ve anlamı olduğunu bilen, adaleti subjektif ve izafi değil, ontolojik ve evrensel bir ilke olarak kabul eden, insan ile tabiatı düşman değil kardeş ilan eden bir medeniyet tasavvuru, bu varlık anlayışının neticesinde vücut bulmuş ve insanlığın hakikat, anlam ve özgürlük arayışına rehberlik etmiştir.
Varlığa ilişkin indirgemeci ve tek boyutlu bakış açısının arkasında, Kartezyen rasyonalizmle başlayan ve 18. yüzyıldan bu yana çeşitli evrelerden geçen modern akıl ve rasyonalite kavramı yatmaktadır. Akıl, anlam ve özgürleşme arasında kurulan çarpık ilişki, bireyin akli melekelerine dayalı subjektivist ve son tahlilde anti-realist bir varlık tasavvurunu yegâne varlık görüşü olarak vaz etmiştir. Bilen özne dışındaki varlıkların zati bir anlamının olmadığını, anlam kategorisinin insan zihninin eşyaya giydirdiği bir gömlek olduğunu söyleyen rasyonalist-empirist bilgi geleneği, böylece eşyanın hakikatini insan zihninin kurgularına ve inşa süreçlerine indirgemiştir. Bu yüzden modern hakikat teorilerinin tamamı son tahlilde anti-realisttir; zira bilen öznenin ontolojik bağımsızlığını temellendirebilmek için hakikatin objektif gerçekliğini reddetmek ve bunun yerine öznel içkinciliği savunmak zorundadır. Modern hakikat tasavvuru, felsefi ve kozmolojik manada kavramdan nesneye, nitelikten niceliğe, hakikatten görünüşe geçişten sonra mümkün olmuştur. Bu süreçte kavramsal gerçekliğin yerini nominalizm almış ve böylece kavramlar, insan zihninin ürettiği soyutlamalara indirgenmiştir. Nitelik (keyfiyet), yerini niceliğe (kemmiyete) bırakmış ve giderek subjektif ve gerçek dışı bir nitelik kazanmıştır. Son olarak çok katmanlı hakikat mefhumu, sadece fizik araçlarla ihata edilebildiğine inandığımız görüngülere indirgenmiştir.
Katolik Kilisesi'nin ve kurumsal dinin teolojik öğretilerine ve siyasi otoritesine karşı başkaldıran Aydınlanma düşünürleri, Avrupa aklını özgürleştirmek için yeni bir varlık, akıl ve birey tanımı yapmak zorundaydılar. Bu yüzden "özgürleştirme" kaygısı, bütün Aydınlanma düşüncesinin temel saiklerinden biri olmuştur. Nitekim Kant 1784 yılında yayımladığı "Aydınlanma Nedir?" adlı ünlü risalesinde Aydınlanma'yı, "insanın kendi kendini mahkûm ettiği vesayetten kurtulması" olarak tanımlar: "Vesayet, insanın bir başkasının yönlendirmesi olmadan kendi idrakini kullanmaktan aciz olmasıdır." Kant'a göre tarihin gördüğü en büyük baskı ve zulümler bu acziyetten kaynaklanmıştır. Bu yüzden Aydınlanma'nın sloganı ‘Sapere aude'dir; yani "Kendi aklını kullanacak cesareti göster!" Aklı putlaştıran Rasyonalist Avrupalılar, şimdilerde de kendi dinlerinin imanlısı olma cesaretini göstermeye çalışıyorlar ama nafile! Yüzyıllar önce ok yaydan çıktı.