Büyüklenir insan, başı hep gökte olur, göktekini görmez, küçük dağlar değil artık, yüce dağları da ben yarattım sanır, düşse yere burnu, eğilip de almaz, nankördür, yapılan iyiliği bırak hiç kimseyi görmez olur gözü, bilmez ar ve namusu, hissetmez başkasının acısını... Kibir abidesi olur çıkar birdenbire, kupkuru taşa nem salar adeta... Sonu gelmez sanır şanının, şöhretinin, bitmez sanır legal olmayan birikmiş servetini... Kan kusturur millete, zehir eder geceleri, gündüz huzuru alır elinden... Varlığı nimet olan insanın yanında, yokluğu nimet olanlardandır onlar
Ve sonra bir gün, rüzgâr tersten eser…O
kibirli baş eğilmek zorunda kalır yere, göğe dikilmiş bakışlar toprağa çevrilir.
Unuttukları, bir bir hatırlatılır.
Mazlumun ahı, gece yarısı sessizliğinde tokat gibi iner yüzüne.
Görmezden geldiklerinin sesi, en sessiz anında kulaklarını deler.
Bir zamanlar hor gördüğü eller, bugün ekmeğe uzanan son kurtuluş olur da yine tanımaz, yine inkâr eder…
Zira kibir, insanı kör eder; kalbi mühürler, merhameti söker atar.
Ve öyle bir an gelir ki;
Ne şanı kalır ne şöhreti…
Ne dostu vardır ne de gölgesinde bekleyen.
Altına serdiği ipek halılar birden yok olur, ayakları yalın, yüreği boşta kalır.
Gözyaşı döker ama kimse silmez,
Seslenir ama kimse dönüp bakmaz.
Çünkü unuttuğu ne varsa, şimdi hepsi gelip onu bulmuştur.
Zenginlik dediği yalanmış, Güç dediği gelip geçici bir serap…
Kendini tanrı sananlar, sonunda faniliğin soğuk yüzüyle yüzleşir.
On - on iki metre kefenlik bez, bir çukur toprak…
Ne malı kalır ardında, ne de sadaka-i cariye...