
12 Eylül'ün Düşündürdükleri
Ünal TAYFUR
Yaklaşık yarım asır önce, günlük hayatımızı alt üst eden, her günümüzü korku, azap ve ızdırap içinde geçiren; eğitim de dahil olmak üzere birçok şeyimizi kaybettiğimiz bir dönemi başlattılar. 12 Eylül 1980 sabahı, birileri düğmeye bastı. Zaten birileri dur demişti ama bize öyle görevler, öyle talimatlar verdiler ki, bunun Müslüman Türk’e düşman emperyalist zihniyetin maşaları tarafından kurgulandığını o günlerde düşünmedik. Bize dediler ki: “Moskov komünizmi geliyor, her şeyinizi kaybedeceksiniz, buna karşı durmalısınız.” Bir başka grup ise, “Amerika ve güdümündeki devletler sizi esaret altında tutmak istiyor, yaşamınıza karışmak istiyor, buna karşı çıkmalısınız” diyerek gençliği ikiye böldü.
Böylece iki grup oluşturuldu. Komünizme karşı olanlara “ülkücü” dediler. Ülkücü olanlara bir plan, bir program hazırlayıp baştaki provokatörlere verdiler. Onlar da sabah akşam derneklerde, teşkilatlarda seminerler, konferanslar düzenleyerek gençliği sürekli teyakkuzda tuttular. Diğer tarafta ise Amerika’ya karşı fikir geliştiren marksistler, etraflarına bu ülkenin tertemiz gençlerini topladılar. Onlar da bağımsız Türkiye ideolojisiyle karşı durdular. Her iki taraf da Türkiye’nin saadeti ve selameti için mücadele ettiğini düşünüyordu. Ancak bu mücadele, okullarda, mahallelerde çatışmalara dönüştü. Kurtarılmış bölgeler oluştu. Kardeş kardeşi öldürür hale geldi.
Aynı evde yaşayan iki kardeşten birine “senden iyi bir ülkücü olur”, diğerine “senden iyi bir komünist olur” diyerek kardeşi kardeşe düşman ettiler. Aynı evde yaşayanlar birbirleriyle konuşmaz, gerekirse birbirine canla kastedecek kadar düşman oldular. Anneler çok ağladı. O gözyaşlarını kimse duymadı. Emperyalist zihniyetler, Türkiye’den çıkarılanlar bu bölünmeyi körüklemeye devam etti. Neticede binlerce ülkücü şehit oldu. Bununla birlikte farklı görüşler de ortaya çıktı. Akıncılar gibi başka fraksiyonlar da sahneye sürüldü. Oysa hepsi bu ülkenin menfaati için çalışan insanlardı. Ama kimse diğerinin ülke için çalıştığına inanmadı, inandırılmadı.
Kimilerine silah, kimilerine sopa verildi. Aynı silah sabah bir ülkücüyü, akşam bir solcuyu öldürüyordu. Bu, senaryoyu önceden kurgulayanların mirasıydı. Başımızdaki yöneticiler ise her biri bu işe çanak tuttu. Her biri farklı beklentilerle, bu bölünmüşlüğün nimetlerinden faydalanarak mecliste ya da başka yerlerde rahat hayatlar sürdü. Ülkücülerin başındaki başka düşündü, akıncıların başındaki başka, solcuların başındaki başka. Hiç kimse tabandakinin bu davalardan vazgeçmesini istemedi. Çünkü bu bölünmüşlük, onların düzenini besliyordu.
12 Eylül bu bölünmeye “dur” dedi. Ama giden canlar, heder olan yıllar, yok olan hayallerin telafisi mümkün olmadı. O günlerde yaşananların hesabını elbette Cenab-ı Hak soracaktır. Biz ise bu yazıyla sadece bir dönemin vicdanını hatırlatmak istiyoruz. Çünkü vicdan, insanın içindeki en sessiz ama en doğru mahkemedir. Vicdan, kalbin adaletidir. Vicdan, Allah’ın insana verdiği en büyük emanettir. Ve ne acıdır ki, yıllar sonra okyanus ötesinden birileri “Bizim çocuklar başardı” diyerek, ihtilalin kimler tarafından yapıldığını ve kimler adına yaptırıldığını açıkça ilan ettiler.
---