Ekranlardan Üzerimize Yağan Karanlık
Ünal TAYFUR
Bugün televizyonu açtığımızda, haber sitelerine girdiğimizde ya da sosyal medyada gezinirken karşılaştığımız manzaralar artık neredeyse aynı. Kadın cinayeti, hırsızlık, trafik kazası, yolsuzluk, dolandırıcılık, kavga, kaza, ölüm… Günün her saatinde bu olumsuzluklar evlerimizin içine kadar giriyor. Sanki ülkenin dört bir yanında hiç güzellik kalmamış gibi, ekranlardan sürekli karanlık, korku ve felaket yağıyor.
Oysa haber dediğimiz şey, toplumu bilgilendirmek, yönlendirmek, bilinçlendirmek içindir. İnsanları doğruya ve iyiye çağırmak, dikkatli olmaya davet etmek içindir. Fakat artık medyanın büyük bölümü, bilgi vermek yerine duyguları manipüle eden, korku ve umutsuzluğu körükleyen bir yayın çizgisine savrulmuş durumda.
Bir dönem “ibret olsun” diye verilen şiddet haberleri, artık “alıştıralım” düzeyine ulaştı. Her gün “öldürüldü”, “yandı”, “vuruldu” kelimelerini yüzlerce kez duyan bir toplumda, hayatın değeri ister istemez aşınıyor. İnsan, gördüğü kötülüğü tekrarlamasa bile, iç dünyasında onu olağanlaştırıyor. Bu da toplumsal empatiyi zayıflatıyor, güven duygusunu yok ediyor.
Bilimsel araştırmalar da bunu açıkça gösteriyor. Sürekli olumsuz haberlere maruz kalan insanlarda stres hormonu yükseliyor, uyku bozuklukları, kalp-damar hastalıkları, kaygı ve depresyon eğilimleri artıyor. Çocuklar daha tedirgin, gençler daha umutsuz, yetişkinler ise daha öfkeli hale geliyor. Bir milletin moral üstünlüğü yalnızca savaş meydanında değil, ekran başında da kaybedilebilir.
Aslında bu durum sadece teknik bir medya meselesi değildir; ahlaki bir meseledir. Çünkü İslam ahlakı, kötülüğü teşhir etmeyi değil, gizleyip düzeltmeyi öğütler. Peygamber Efendimiz “Kim bir Müslümanın ayıbını örterse, Allah da kıyamet günü onun ayıbını örter.” buyurmuştur. Bu ölçü, toplumun huzurunun anahtarıdır. Bizim kültürümüzde ayıp örtülür, kötülük yayılmaz; ibret alınır ama teşhir edilmez.
Bugünse medyada tam tersi bir tablo var. Suçun, şiddetin, sapkınlığın ayrıntıları günlerce anlatılıyor. Kameralar sanki bir mahkeme değil, bir vitrinmiş gibi davranıyor. İnsan ruhunun en zayıf noktaları reyting uğruna teşhir ediliyor. Bu, yayıncılık değil; toplumsal dokuyu bozan bir sorumsuzluktur.
Bazıları bunu “basın özgürlüğü” diye savunuyor. Oysa özgürlük, başkalarının ruh sağlığını bozmaya kadar uzanamaz. Her hakkın bir sınırı, her özgürlüğün bir sorumluluğu vardır. Medya, toplumun aynasıdır ama o aynayı karartmak kimsenin hakkı değildir. Bu konuda hassasiyetleri olan, toplumsal dengemizi koruma gayreti gösteren değerli yazarlarımızdan Alper Tan gibi isimlerin bu duyarlılığını takdir ediyorum. Böylesi uyarılar, toplumun vicdanını diri tutmak bakımından son derece kıymetlidir.
Bu noktada devletin ve ilgili kurumların görevleri önemlidir. RTÜK, İletişim Başkanlığı, Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı, Milli Eğitim ve Sağlık Bakanlığı birlikte hareket ederek toplumu bu görünmez tahribata karşı koruyacak adımlar atmalıdır. Fakat asıl mesele yasal düzenlemelerden çok, yayıncıların vicdanındadır. Sansür değil, sorumluluk bilinci gereklidir.
Artık kötülüğü büyüten değil, iyiliği çoğaltan bir medya anlayışına ihtiyacımız var. Gazze’deki direniş, Anadolu’da sessizce iyilik yapan insanların hikâyeleri, çalışan, üreten, paylaşan insanlarımız… Bunlar da haberdir. Üstelik insanı yaşatır, toplumu onarır, ülkeyi ayakta tutar.
Ekranlarımızda neyi büyütüyorsak, geleceğimiz de o yönde şekilleniyor.
Kötülüğü konuşarak büyütmek yerine, iyiliği anlatarak çoğaltmayı denemeliyiz. Çünkü bir millet, önce ruhuyla yıkılır; sonra toprağıyla.