Erzurum’da Abdülbaki Çınar Hocamızla Rufailik üzerine söyleşimize devam ediyoruz.
Hocam, Seyyid Ahmed Rufai Hazretleri: “Şeriatsız tarikat, şeytan işidir. Şeriatını bilmeyen tarikat mensubu şeytanın maskarasıdır.” demiştir. Hocam tarikat adı altında yapılan şeytanın maskarası denilen yanlışlıklar nelerdir?
‘’Aziz efendim, bir kul önce ilmihal bilgilerini bilecek. Bu, Şeriatı Muhammediye demektir. Yani kişi kıldığı namazda farzını, vacibini, sünnetini, müstehabını bilmezse; Kur’an’ın kıraatını doğru telaffuz edemezse, şeytan onu çok çabuk aldatır. Şeytan namazdayken onu sağa sola baktırır, kılık kıyafetiyle oynattırır. Nitekim bu, Muhyiddin Arabi’nin Şeceret’ül Kevn Varlık Ağacı’nda da ifade edilmektedir. Bir insan şeriat ilmiyle amellerinin dış çatısını, omurgasını oluşturmadığı takdirde şeytan ona mürşit olduğunu, gökler âleminin açılacağını, haydi uç dediğini… Nitekim şeytana uyan insanların kendini atlayarak vücudunu yaraladıklarını dahi işitiyoruz. Şeriatsız tarikat şeytan işidir. Seyyidimiz doğru demiştir. Biz de bunu böyle anlıyoruz. Yani bir insan önce şeriatın kurallarını bilmesi lazım.’’
Yani önce şeriat sonra tarikat diyorsunuz.
‘’Tabi tabi mutlaka.’’
Hocam, bu yanlışlardan dolayı tarikatın yanlış tanınmasına yol açan bu söz ve davranışlara karşı tarikatların bizatihi kendisi nasıl önlem alıp nasıl refleks geliştirmelidir?
‘’Şimdi tarikat demin arz ettiğimiz gibi Allah’a giden ve usulü esasları olduğu için cürüm yani günah tarikat adı altında yanlışlık yapan şahsiyetsiz insanlara aittir. Tarikatın bunda hiç suçu yoktur. Tarikat mensuplarının olduğu bir toplulukta demire, çerçeveye, kilide, anahtara değil insana güven olur. Bu manada önemli bir şeydir. Fakat bu yolun sahtekârları olunca televizyon dünyası biliyorsunuz özellikle arayıp tarayıp onları bulup çıkarıyor. Onların şahsında da yeni nesil ve insanlar ürküyorlar. Kötü örnek hiçbir zaman örnek değildir. Biz onlara benzememek adına başımıza Hazreti Kur’an’a, yolumuzu Resulullah’ın sünnetine bağlayıp kendimizi koruma altına alıyoruz.’’
Diyorsunuz ki sui misal emsal olmaz.
‘’Elbette, kötü misal değildir.’’
Hocam kitabınızda ‘’Tasavvuf, Anadolu’da imkânsızlıklardan dolayı çekirdek yapısını muhafaza ederken ülkemizin Batı ve Marmara Bölgesi’nde imkânların ziyadeliğinden dolayı değişik tasavvuf mensupları, harici din mensupları ile münasebetlerde bulunarak çekirdek yapıyı kaybetmişlerdir. Hatta bünyesine hoşgörü, folklor gibi kültürlerden karışımlarla yeni nesillerin tasavvuf diye farklı şeyleri tanıyacakları muhakkaktır.’’ diyorsunuz. Hocam bahsettiğiniz bu yanlışlıklar peki nelerdir?
‘’Bir anımı nakletmiş olayım, sizinle paylaşmış olayım.’’
Buyurun.
‘’İstanbul istikametinden bizim gibi Rufai tarikatına mensup olan bir mürşidi kâmil ve onunla beraber müritleri geldi. Mutribanları geldi, semazenleri, ilahi okuyanları geldi.’’
Mutriban ne demek hocam bu arada?
‘’Mutriban yani ordaki alet edevatı, daireyi, defi, kanunu çalan neyi üfleyenler demek. Onlara mutriban deniliyor. Orda bizim de çok güzel sesli hafızlarımız, kardeşlerimiz var. Onlara diyoruz ki: Hele bir şey söyler misin? Çocuk şöyle kıvrılıyor, açılıyor. Döndüm, o arkadaşlara dedim ki: Doğu Anadolu imkansızlıklar nedeniyle çekirdek yapısını korumuş, güzel sanatlara vakit ayıramamış. Yani bu adam henüz nafakasıyla biraz burdaki saygı sevgi bağlarının kuralları arasında kaldığı için o güzel sanatları temsil ederken âdeta utanıyor. Zannediyor ki donu, buzları çözülmediği müddetçe açıp söyleyemiyor. Oysaki çok güzel sesli. İlahi okuyor, sema dönüyor ama falan kardeş sen de kalk dedin miydi kıvrılıyor, eziliyor, üzülüyor, kalkamıyor. Onlara baktım ki son derece rahat. Onlar dedi ki: Efendim, siz sohbet edin, biz kabımızı boş getirdik, doldurup götüreceğiz. Biz de ayet ve hadisler üzerinden sohbete başladık. Dediler ki: Siz merkeze daha yakınsınız. Yani Allah’ın ayetlerine Peygamber Efendimizin hadislerine daha yakınsınız. Onlar uluslararası münasebetten mütevellit bakıyorsun ki Yahudilerin, bakıyorsun ki Hıristiyanların hoşgörü adı altında birtakım hasletlerini almışlar. Doğu Anadolu İslam’ın çekirdek yapısını daha çok muhafaza ediyor. Bir küçücük sır vereyim. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: من تشبَّهَ بقومٍ فَهوَ منْهم Men teşebbehe bikavme fehüve minhum. Kim kendini bir kavme benzetirse ondan olur. Günümüzde dövmeli gençler görüyoruz. Günümüzde batılı insanların kılık kıyafetlerini giyinenler… Kılık; saçımızın saç, kirpik, sakal ve bıyığımızın yapılandırılması demek. Kıyafet ise giydiğimiz kıyafetler demek. Hâl böyle olunca mesela camide üzerinde resimli kıyafetler olan insanlar görüyoruz. Biliyorsunuz İslam dini resme mesafeli olduğu için tabiat resimleri esas olmuş. İşte lale ile Allah Rönesans karşısında, gül ile Resullullah temsil edilir olmuştur. Hâl böyle olunca Batı, Ege, Marmara onlar zaruri ihtiyaçları temin ve tatmin etmiş, güzel sanatlara yönelebilmiş. Doğu; hem zaruri ihtiyaçlarını yani ailevi, içtimai ihtiyaçlarını temin ve tatmin edemediği için biraz bu sıkışıklıkta kaldığı için güzel sanatları icra etme noktasında yetersiz ve ketum kalmışlar.’’
Hocam, harici din mensuplarıyla bu münasebetlerin altında yatan nedenler nedir?
‘’Şöyle arz edeyim: Mesela bazen tasavvuf adına Budizm’den feyz alanlar görüyoruz. Diyoruz ki olur mu? Tasavvuf adı altında işte bir Hıristiyan’ın âdetlerinden bahseden insanlar görüyoruz.’’
Veya Hinduizm’den.
‘’Hâl böyle olunca burda Peygamber Efendimiz ve sahabenin hayatını iyi bilmediklerinden o tarafa bir meyil görüyoruz. Yani şunu söyleyelim: Tıpkı hasta olan insana doktor antibiyotik veriyor. Diyor: Vücut bir antibiyotiğe doymalı ki doyduktan sonra hastalığın tesiri yok edilebilsin. Şimdi bu kardeşlerimiz de Rabbimizin ayetleri Resulümüzün hadisleri ve sahabeyi kiramın hayatlarıyla zihinlerini doldurmadıkları için yani gidip başka dinlerin başka edyanların işte Hinduizm gibi, işte İslam’ın reddettiği Budizm gibi hatta bahsimize konu teşkil etmeyeceğim ama Satanizm gibi, o izmlerden tasavvufa hoşgörü altında bir şeyler sokmaya çalışıyorlar. Biz tasavvufun bu manada İslam ıstılahında yürümesinde yanayız.’’
Tam da bu noktada şöyle bir soru soracağım: Diyanet işleri başkanlığı tarafından tarikatlar üzerinde kontrol ve rehberlik mekanizması oluşturulmasının tarihi ve sosyal bir gerçeklik olan tarikatlar üzerinde ne tür sonuçları olur?
‘’Osmanlılar Dönemi’nde meşayıh arifan meclisi olmuş. Yani bir insan dergâh kurmuşsa ona denilmiş ki: ‘Gel. Mesela Hz. Kur’an’ın filan sahifesinden oku bakayım. O okuduğunu şimdi anlat bakayım.’ Yani bu adam Hz. Kur’an’ı Allah’ın vaz ettiği Peygamberimizin telaffuz ettiği gibi okuyabiliyor mu? Sahabenin anladığı gibi anlayabiliyor mu? Sentez ve analiz kabiliyeti ile tarihi bir kitap olmaktan öteye çıkarıp günümüzde hayata tatbik edebiliyor mu? Sıkışma noktasında oradan bir çıkış kapısı aralayabiliyor mu?’ demiş. Diyanet İşleri Başkanlığımız mutlak ve muhakkak bu manada el atmalı, siyasi kaygılardan uzak olarak dergâh açtığını toplum içerisinde bilinen insanlar alınmalı, sahtekârları ayıklanmalı, bilmeyenlere bildirmek için öğretilmeli, hakiki manada bilenlere de resmi bir hüviyet kazandırılmalı. Tarihteki ismiyle olmayabilir. Farklı bir isim adı altında, Diyanetin kontrolünde, o enerjiler vatanın ve milletin, Müslümanların ve hatta insanlığın faydasına bir kanal açılabilmeli. Mesela yurtdışına diyelim ki Diyanet İşleri Başkanlığı hoca gönderiyor. Hoca, devlet memuru olduğu için ordaki maaşı ve mesaisine bakıyor. Ama gönül sahibi insanlar gözde yaş, sinede heyecan uyandırıyor ve tesir oluşturuyor. Bu, gönüllülük esasına dayanmalı. Bu adanmış ruhlarda civanmert insanların işi olmalı.’’
Buradan ben şunu anlıyorum: Diyanet İşleri Başkanlığına bir çağrıda bulunuyorsunuz. Türkiye’deki tarikatların üzerinde bir denetim mekanizması oluşturulmalı, bir filtreden geçmeli bu mekanizma oluşturulmalı. Açıkçası Diyanet İşleri mi yapar, başka bir mekanizma mı yapar, hakikaten bekliyoruz. Ama mutlaka olmalı.
‘’Mutlaka.’’
Çünkü sizin söylediğiniz gibi önce ilim sonra tasavvuf ve tarikat diyorsunuz. Önce şeriat sonra tasavvuf ve tarikat.
‘’Şeriatını bilmeyen mürit şeytanın maskarası olur. Hz Pirimiz öyle söylüyor. Tasavvufunu bilmeyen sadece şer’i noktada kalan insanlarında kibirli oluğunu hatta doğduğu topraklarda kendini yetiştiren insanlara karşı ihtilal ve inkılap yaptıklarını da görüyoruz. Burdan da neyi anlıyoruz? İnsan gönül ikliminde tavazuyu, İslam’ın ruhunu tanımadığı takdirde şekilcilikte kaldı mı, o da fayda yerine zararlar veriyor.’’
7.bölümün sonu