
Türkiye'nin Yeri ve Nefsinde Olanı Değiştirmek
Ali AKGÜN
‘Kendi kendimizi sömürgeleştirdik.’ Bu cümle halkımızın son iki yüzyılda geçirdiği değişimin bir özetidir. Türk toplumu İslam’ın hayat düzenini belirlemesinden vazgeçti. 19. yüzyılda Osmanlı, Batı dünyasında gelişen yeniliklerin alınması gerektiği fikrine sahipti. 1839’da ilan edilen Tanzimat Fermanı ile batılılaşmada yeni bir aşamaya geçildi. [1]
Türkiye Cumhuriyeti ‘ulus devlet’ anlayışı çerçevesinde bir dizi reform gerçekleştirdi; hukuk, eğitim, yazı ve dil gibi konularda ve genel olarak yaşam biçiminde köklü değişiklikler yapıldı. Türk devrimleriyle ulaşılmak istenen hedefin batılı prensiplere göre düzenlenmiş bir devlet ve toplum inşa etmek olduğu söylenebilir. ‘Şeriat mahkemelerinin kaldırılmasının ardından 17 Şubat 1926’da kabul edilen Türk Medeni Kanunu, laiklik ilkesinin tümüyle uygulamaya konulduğunun açık bir göstergesidir. Medeni kanunun, kanunları son dinsel temellerinden de koparıp laikleştirdiği söylenebilir.’[2] Laiklik ilkesine dayandırılan uygulamalar Türkiye’nin siyasi, hukuki ve sosyal yapısında bir dönüşüm gerçekleştirmiştir. ‘Müslüman bir toplumun bu ilkeyi kabul etmesi; İslam’a dahil olduğu halde bazı davranış, ilişki ve kurumların dinden bağımsız ve tabii bazen de ona aykırı olarak düzenlenmesine ve uygulanmasına razı olması anlamına gelir.’[3] Cumhuriyetin İlk yıllarındaki ‘laikleşme’ örneklerine bakalım: ‘Türk Tarih Tetkik Cemiyeti tarafından hazırlanıp ilk baskısı 1932, son baskısı 1941 yılında yapılan ve 1950 sonralarına kadar liselerde okutulan Tarih-2 kitabında Kur’an-ı Kerim şöyle tarif edilmektedir: ‘Muhammed’in koyduğu esasların toplu olduğu kitaba Kur’an denir.’[4] Tarih-2 kitabında ifade edilen ve dönemin anlayışını yansıtan birçok örnek söz konusudur. Örneğin Resulullah’ın (sav) Mekke’den Medine’ye Allah’ın (cc) emriyle hicreti de şöyle yer almaktadır: ‘Medineliler Muhammed’i ve Müslümanları himaye edeceklerine söz verdiler. Muhammet de Mekke’den kalkıp Medine’ye kaçtı.’[5] Yönetime bütünüyle tabi olmayan din adamları (İskilipli Atıf Hoca ve Said Nursi örneğinde görüldüğü gibi) idam veya zindanla cezalandırıldı.
Türkiye’yle ilgili tanımlamalarda umumiyetle düşülen bir yanlış şudur: Ülkede çok sayıda badire atlatıldığı, büyük bedeller ödendiği ve buna karşılık birtakım imkanlar ve başarılar kazanıldığı şeklinde değerlendirmeler yapılmaktadır. Ama bu tür ifadeler bize bir hakikat sunmazlar. Olsa olsa asıl gerçek izahı gizlerler. Çünkü sistemde başlangıçtan bu yana süreklilik arz eden bir anlayış hakimdir. Önce İngiltere’nin 1945’den sonra da ABD’nin belirlediği bir ’teori ve pratik’ söz konusudur. Tümüyle milliyetçi, laik ve devletçi bir fikriyat benimsenmiştir. Kanunlar, toplumsal ilişkiler ve ulaşılacak hedefler batı uygarlığı çerçevesinde tespit edilmiştir. 1945’ten sonra buna bir de görüntüde ‘İslami’, gerçekteyse Müslüman ülkeleri (Dünya sisteminin çıkarlarına uygun) manipüle etme amaçlı bir ‘Amerikancı İslam’ pratiği ilave edilir.
Ülkeyi yöneten müesses nizam, ABD’nin talimatlarıyla hareket eden dışa bağımlı bir yapıdır. Seçimi kazanan hangi parti, seçilen kim olursa olsun, bu yapı değişmemektedir. Sistemin değiştiği veya Müslümanların birtakım kazanımlar elde ettiği fikri bir yanılgıdan ibarettir. ABD, seksen yıldan bu yana NATO, BM, IMF, Dünya bankası gibi aparatlarla kurduğu sistemin devamını temin etmektedir. Çünkü Müslümanlar kendi iktidarlarını kurmamış, bir ümmet bilincine sahip olmamışlardır.
Ülkemizin bugün geldiği nokta farklı açılardan değerlendirilebilir. Bir kesim günümüzde Türkiye’nin uluslararası sistemden bağımsız, İslami politikalar geliştirip tatbik edebilecek bir durumda olduğunu savunmaktadır. Oysa 1920’den sonraki düzenin zinde güçleri, 1961 Anayasası ile bir Milli Güvenlik Kurulu devleti kurmuştur. Devleti temsil eden askeri vesayet siyaset ve toplumu kontrol altında tutmaktadır. Ayrıca ülkeyi yöneten ve yönlendiren müesses nizam, ABD düzeninin bir parçasıdır. Bu nedenle ümmet için hayati derecede önemli olan ve bir diriliş anlamı taşıyan Gazze savaşında ülkemiz maalesef İsrail’in lojistik destekçisi pozisyonunda kalmıştır.
Bir kesim yine ülkede yeni bir İslami düzenin kurulduğunu ileri sürmektedir. Gerçekten öyle midir? Bu fikri savunanların sundukları deliller; bazı medreselerin açılması, okullarda siyer ve Kur’an derslerinin okutulması, Ayasofya’nın ibadete açılması, kamuda başörtüsüne özgürlük sağlanması gibi pratiklerdir. Ama öte yandan son yirmi yılda Türk toplumunun daha fazla laikleştiği ve sekülerleştiği, kapitalist ve ulusalcı bir anlayışın zihinlere yerleştiği, farklı kademelerde kirlenme, çürüme ve yozlaşmanın ileri boyutlara ulaştığı da bir vakıadır. İslam hukuku, işgalci ve soykırımcı İsrail devletine karşı cihad ve hilafet gibi konular ise gündemin tamamen dışında kalmıştır.
[1] Osmanlı dönemi ile Türkiye Cumhuriyeti dönemi arasındaki zihniyet farkını, Sadık Rıfat Paşa’nın 1844’te söylediği şu sözlerde bulabiliriz: ‘Siyasi konularda baştan aşağıya Avrupa tavsiyelerine uyacağız. Dini konularda ise tam anlamıyla hür olmamız lazım. Din bizim kanunlarımızın temelidir. İdari sistemimizin kaynağıdır. Zatı Şahaneleri bizim yapabileceğimizden daha fazlasını yapamaz.’ (Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, çev. Boğaç Babür Turna, Arkadaş yay., Ankara 2020, s. 144)
1920’den sonra ise din bir yana bırakılıp, devlet yapısı ve toplum hayatıyla ilgili konularda Batı’ya başvuruldu. İslami anlayış terkedildi. Türk halkı nefsinde olanı değiştirdi.
[2] Alev Erkilet, Ortadoğu’da Modernleşme ve İslami Hareketler, Büyüyenay yay., İstanbul 2017, s. 148
[3] Hayreddin Karaman, İslami Hareket Öncüleri, İz yay., İstanbul 2013, s. 13
[4] Yavuz Bahadıroğlu, Din ve Laiklik, Panama yay., Ankara 2021, s. 11
[5] Yavuz Bahadıroğlu, a. g. e., s. 12