Filiz TURHAN

İki Ağıt Arası Ömür  Filiz Turhan

Filiz TURHAN

Birinci Bölüm

Bir ağlama sesiyle  dünyaya "merhaba" diyen insan, başka ağıtlarla dünyaya veda eder. İlkinde doğduğumuz için biz ağlarız, ikincisinde öldüğümüz için sevenlerimiz. Hayatımız bu iki ağlama sesi arasında şekillenir ve dünyamız bu dar aralığın içinde nice seslerle yeniden inşa edilir yeniden şekillenir. Kimimiz seslerle kuşatılmış bu uzun yolculukta ya yürüyüşün farkında olarak geçeriz hayatı, kimimiz de gafletle savruluruz heba olur gideriz. Bedenimiz yürür; lakin ruhumuz çoğu zaman bekler ve biz çoğu zaman yaşadığımızı zannederiz. Oysa hakikatle yaşamak bambaşka bir şeydir. Farkında olmak ise az bulunur bir haldir, bir haleti ruhiyedir. Kimimiz bu iki bez arasında sadece bedenimizi taşır, kimimiz ise dünyaları taşırız yüreğimizde

İşte bu yüzden herkes yaşar ama herkes gerçekten var olmaz. Bireylerde olduğu gibi toplumların da yürüyüşü vardır. Onlar da doğar, büyür, gençleşir, olgunlaşır ve yaşlanır. Milletler, fikirler, medeniyetler… Her biri bir bebek gibi sancılı başlar dünyaya. Coşkulu bir gençlikle büyür, ağırbaşlı bir olgunlukla yol alır ve sonunda zamana yenik düşer. Çünkü hiçbir şey bâkî değildir. Zirveye ulaşsalar da her başarının ense kökünde sonunun nefesi vardır.

Biz insanoğlu faniliğe tutunuruz. Sonu olan her şeye bağlanırız: bir eşyaya, bir kişiye, bir ünvana... Oysa gerçek bağ, görünmeyen bir bağdır: ruhu ait olduğuna, hakikatte, asılı tutan inanç bağıdır. Ruhumuzun hakikate  yönelmesi inanma isteğini, inanç ise hakikati bulma isteğini doğurur.  İnanmak sadece bir fikir değil, bir ihtiyaçtır. “Ben hiçbir şeye inanmam” diyen biri bile aslında buna inanır. Çünkü insan, yaratılışından itibaren anlam arayışında yoğrulmuş bir varlıktır. Ve bu arayış, tam da iki bezin arasında uzanan o uzun yürüyüştür.

Bugün bu yürüyüş farklı bir eşiğe geldi. Unuttuklarımız, kaybettiklerimiz ve farkında olmadan dönüştürdüklerimiz bizi başka bir oluşun içine sürükledi. Ama bu oluşa bir isim veremiyoruz. Ne bir kültür diyebiliyoruz buna, ne bir inanç sistemi, ne de alışıldık bir yaşam tarzı... Daha çok geçmişin kırıntılarıyla şekillenmiş, geleceğin belirsizlikleriyle kararmış bir ara bilinç hâli. Sanki içimizde bir şey eksiliyor ama neyin eksildiğini de tam olarak bilemiyoruz.

Milenyum kuşağı, işte bu belirsizliğin çocukları... Ne tamamen bir geçmişe aitler ne de sağlam bir geleceğe. Gelenekle modernite arasında sıkışmış bir zihinle; dijital ile fiziksel dünya arasında gidip gelen bir ruhla yaşıyorlar. Aidiyet ve bireysellik arasında bocalayan, hızla tükenen ama nadiren derinleşen bir çağın insanlarıyız artık. Ne aldığımız mirası taşıyabiliyoruz ne de yeni bir şeyin temellerini sağlam atabiliyoruz.

İçinde bulunduğumuz bu hâl, kültürel ya da klasik anlamda bir yaşam tarzı değil. Hatta tarz bile değil. Çünkü bu, tanımlanamayan bir geçiş... Bir hissin içinde yaşıyoruz. Kavramların yerini duygular aldı, anlamların yerini hız… Ve biz artık düşünmekten çok tüketmeye, beklemekten çok değişmeye meyilliyiz.

Bu yüzden de yaşarken kaybediyoruz; unutarak ilerliyoruz, dönüştürerek var oluyoruz, yitik hafızamızla sürekli çağ atlıyoruz!  Atlayacak yeni bir çağ bulamadığımızda belki de en başa döneceğiz ve yeniden varoluşu biçimlendireceğiz. Evet unutmak her zaman yok olmak demek değil, bazen kaybettiğini sanırken başka bir şeye yer açarsın içinden. Yine de dikkatli olmak gerekir. Çünkü bir toplum hafızasını yitirdiğinde sadece geçmişini kaybetmez geleceğini de yitirir. 

Bugün adına post modern çağ denilen bir çağda yaşıyoruz. Bu çağın en büyük sıkıntılarından biri de yaşadığımız çağın ne kadar hızlı değiştiğinin farkında olamayışımızdır. Ne yaşadığımızı bilmiyoruz. Varız, ama neyin içinde var olduğumuzdan tam emin değiliz. Geçmişin ağırlığını taşıyoruz ama o ağırlığın ne olduğunu unuttuk. Geleceğe yürüyoruz ama rotamız belirsiz. Kimliğimiz, parçalanmış bir ayna gibi... Her parça kendine ait ama bütün hâliyle tanınmaz bir görüntü sunuyor bize.

Belki de şimdi en çok ihtiyacımız olan şey: durmak, düşünmek ve hatırlamak…

Çünkü hatırlamak bir direniştir bazen. Unutmaya karşı, savrulmaya karşı, dönüşmeye karşı bir direniştir.

Ve belki de bu yazı tam da bu yüzden yazıldı:

Unuttuklarımızı, kaybettiklerimizi, değiştirdiklerimizi hatırlamak ve hatırlatmak için…

İki bez arasında geçen hayatımızı  aslında ne olduğunu yeniden sorgulamak için....

Devamı gelecek yazımızda…

 

 

Yazarın Diğer Yazıları