Kıyafet: Bedenden Öte Bir Ayna
Filiz TURHAN
Kundaktan kefene uzanan ömür yolculuğumuz, kıyafetlerimizde saklı bir hikâyeyle örülmüştür. Kıyafet sadece bedeni örtmekle kalmaz; inancımızı, hayata bakışımızı, ahlakımızı ve kimliğimizi de yansıtır. Ninelerimizin ince ince işlediği oyalar, dedelerimizin sabırla giydiği aba ceketler, hem görünüşte bedeni korur hem de iç dünyasında vakar, edep ve sabrı beslerdi.
Her kıyafetin ardında bir anlam, bir motif, bir öğüt gizlidir. Köy düğünlerinde gelinin fesine işlenen işlemeler, kadının hem iffetini hem de zarafetini simgelerdi. Erkeklerin sade fakat düzgün kıyafetleri ise vakar ve ağırbaşlılığın nişanesiydi. Bugünün düğünlerinde gelinlikler metrelerce tül ve ışıltıyla süsleniyor, fakat çoğu kez bir fesin ucundaki küçük oyadan daha az anlam taşıyor. Mezuniyetlerde ilk okuldan lisansa tüm öğrencilere cübbe giydirmek moda oldu, bu gösteriş budalalığı modası sadece eğitime kağıt giydirmedi, bütün değer yargılarımızı dudaklardan dökülecek sözlere mühürledi.
Örtmek, örtünmek hem korumak hem de sevmek değil miydi? Eskimesin diye örttüğümüz kanepeler, dantellerle süslediğimiz vitrinler, çayın sıcaklığını korumak için örttüğümüz el emeği örtüler… Hepsinde bir anlam vardı. Ama bu anlam, bugün dünya hevasında kayboldu.Artık nimetleri kaybetmekten korkmuyoruz.
Al basmadan entari,
Süslemişler kenarı,
Kıyafet değil kaybolan,
İnsanın edebi, arı.
Kıyafet, insana nasıl davranacağını hatırlatan sessiz bir öğretmendir, Nasıl ki bir asker üniformasını giydiğinde disiplini, bir derviş hırkasını giydiğinde tevazuunu kuşanır; İffetle giyinen de farkında olmadan davranışlarında edebi ve ölçüyü korur. Erkeğin takım elbisesi ciddiyeti getirirken, eşofman altı ve spor ayakkabılar vakarı öldüren bir rahatlığa bürünür. Bayanda ise işler biraz değişkendir; zarafeti kaybetme korkusu ile rahatlığın bir araya geldiği bir dengeden söz edebiliriz. Ev kıyafetleri, sokak kıyafetleri, bayram ve merasim kıyafetleri birbirine karışırken, geleneğimizde giyilen, davranışın öncülü olan ve sabrı, kanaati, edebi öğreten kıyafetler raflarda unutulur. Büyükler demiş ki: “Elbisene değil, edebine güven; zira edep, eskimeyen bir ziynettir.” Rafa bıraktığımız bir kumaş parçası mı gerçekten, yoksa edebimiz mi?
Efendimizin “Elbiselerinizi temiz tutun” uyarısı yalnızca kumaşın üzerindeki toza, kire mi işaretti, yoksa kıyafetlerimize sinen ölçüsüzlüğün, edepsizliğin kirine mi? Manasını yitirmiş elbiselerin kalbimize düşen tozlarına mı? Sadece bedenin değil, ahlakın aynası olan kıyafetlerimizi temiz tutmak da imanın bir gereği değil miydi?
Kıyafet sadece bir örtü değil; aynı zamanda bir değer taşıyıcısıdır. Kur’an’da buyurulur: “Ey Âdemoğulları! Size ayıp yerlerinizi örtecek giysi indirdik; süs olarak da giysi verdik. Takva elbisesi ise işte o en hayırlısıdır” (A’râf, 26). Burada kıyafetin sadece bedensel değil, ruhsal bir anlamı da olduğu vurgulanır.
Kıyafet, insana güven ve mahremiyet hissi verir. Mahremiyetini koruyan kişi, toplum içinde daha güçlü bir özsaygıya sahip olur. Açıklık çoğu zaman hem kendi değerini hem de başkasının gözündeki saygınlığı zedeler, çoğu zaman davranışlarda da ölçüsüzlüğü getirir. Örtünmek vakar ve sınır bilincinin yanısıra; kişiye iç huzur, sükûnet ve özgüven kazandırır. Çünkü, kıyafet iffet ve edebin koruyucusudur. Toplumda güven, karşılıklı saygı ve nezaket de işte bu etkilerle kökleşir.
Bugün kıyafetler çoğu zaman yalnızca modanın rüzgârıyla şekilleniyor. Kumaşın dokusu değil, markanın adı değerli kılınıyor. Örtünmek, artık “örtmek” anlamını yitirip gösterişe meylediyor. Halbuki dinin ve toplumun öğrettiği, kıyafetin yalnızca bir dış görünüş değil; insanın ruhuna çekilen bir terbiye çizgisi olduğudur.
Çağdaşlık adına dayatılan anlayış, kıyafetin anlamını ters yüz ediyor. Bugün “medeniyet” adı altında bedeni açmayı özgürlük sayan bir anlayış hâkim. Oysa şairin de dediği gibi:
“Medeniyet dediğin açmaksa bedeni
Desene hayvan senden daha medeni.”
Gerçek medeniyet elbiseyi azaltmakta değil; insanın onurunu, vakarını ve edebini çoğaltmaktadır.
Bugün kaybolan kıyafet kültürümüzle birlikte, davranışlarımızda da bir çözülme yaşanıyor. Çünkü kıyafet sadece teni değil, kalbi de örtüyor. İnsan kainattaki değerini büründüğü kumaşla değil, edep ve ahlakıyla ortaya koyar. . Şimdi sorulması gereken soru şu: Kıyafetlerimiz bizi mi şekillendiriyor, yoksa biz mi kıyafetlerimize anlam katıyoruz?
Belki de yeniden eski motiflere dönmek değil, o motiflerin ardındaki ruhu diriltmek gerekir. Kundakla başlayan ömrümüz, kefenle nihayete erecek. İkisi arasındaki kıyafetler, hem dünyaya hem ahirete dair tavrımızın sessiz şahitleri olacak.
Asıl mesele, kaybolan giysilerimizin ardından sadece bir nostalji duygusu taşımak değil; o giysilerin bize öğrettiği vakar, sabır, iffet ve zarafeti yeniden hayatımıza taşımaktır. Biz kumaşı kaybetmedik, anlamı kaybettik.
Günün birinde, devrin Padişahı (muhtemelen Birinci Ahmet) ; bu usul ve üslubun hikmetini anlamaya çalışmış. "Yahu İncili, bıktım senin bu m'li tekrarlarından. Ev'i anladık da mev neyin nesi; elbise tamam da melbise ne demek; padişah belli amma madişah kim oluyor?" diye çıkışmış.
İncili Çavuş, kendisinden bekleneni yapmış; Padişah'ı sorduğuna, soracağına pişman eden bir cevap vermiş. "Hünkarım, ev, sizin saray-ı şahanenizdir; mev, bizim fakirhanemiz. Elbise, sizin sırmalı urbalarınızdır; melbise, bizim pırtılarımız. Padişah, rahmetli babanız olurdu; madişah ise, tabi ki sizsiniz" demiş. Elbiselerimiz melbise , melbiselerimiz pırtı oldu. Birçok şeyin anlamını yitirdiği bu çağda kıyafetlerimiz de söküntüler arasına girdi.
Dikiş tutmaz hâle gelen şey elbisemiz değil, değerlerimiz oldu.Belki de en yeni elbiseyi değil, en sade gönlü giyinmek gerek yeniden.
Çünkü insanın üzerinde taşıdığı en güzel kumaş, edebin sessiz ışıltısıdır.