Filiz TURHAN

Türkülerin Dilinden Kalbe Akan Kültür

Filiz TURHAN

İkinci Bölüm

Bir milletin kalbini, kulağından süzülen bir damla söz titretmeye yeter. Öyle sözler vardır ki; kimi zaman korkutur, kimi zaman ağlatır, kimi zaman güldürür, coşturur ya da dinlendirir. Nice hallere büründürür insanı, kalbi yoğurur, şekillendirir. Bu yüzdendir ki işitilen söze kıymet verilmiş, sözün mahiyetini bilen ustalar da yüreklerini konuşturmuş ve sözlü geleneğin mimarları olmuşlardır.

Şimdi gelin, âşıkların sazında ezgiyle buluşmuş bu mirasa kısa bir yolculuk yapalım. Türkü nedir diyerek başlayalım; ne zaman kalbimizin kapısını kulağımız aralamış, ne zaman büyümüş, ne zaman değiştirilmiş, kimler, nasıl bir kültür silahına dönüştürmüş birlikte keşfedelim.

Sözlü geleneğimizde, ezgiyle söylenmiş halk şiirlerine “türkü” denmiştir. Türk tarihinde bilinen ilk örneği 15. yüzyılda Doğu Türkistan’da aruz ölçüsüyle yazılıp ezgiyle söylenmiş, 16. yüzyılda Anadolu’da hece ölçüsüyle şekillenmiştir. Hafız-ı Şirâzî'nin "Mahur Kar" güftesi, Abdülkâdir-i Merâgî’nin Mahur makamındaki bestesiyle ilk türkü örneklerinden biri olarak kabul edilmiştir.

Türkü, yalnızca bir ezgi değil; bir kültürün, bir tarihin, bir milletin kalp atışıdır. Her dizesiyle, her melodisiyle bir zamanın, bir duygunun, bir yaşanmışlığın izini taşır; geçmişten geleceğe uzanan bir köprü kurarak millî kültürümüzün belleği olmuştur. Nesiller arası tarih aktarımında büyük rol üstlenmiş, savaşları, göçleri, kıtlıkları ve insanı derinden etkileyen nice olayı halkın hafızasında canlı tutmuştur. Destanlarla, ağıtlarla, türkülerle yoğrulmuş bu miras, hem duygunun hem bilincin sesi olmuştur.

Tarih sahnesine iz bırakan kahramanlarımızın yiğitliği, türkülerin ezgisinde can bulur. Niş’te iz bırakmış ecdadın destanlarını okurken, Balkanlar’dan Plevne’ye, Tuna Nehri’nden Yemen’e kadar uzanırsınız. Osman Paşa’nın “Plevne’yi vermem” diyen direnişi Tuna’nın sularında yankılanırken, Yemen’de erlerini kaybeden kadınların yürek yakan ağıtları geçit vermez dağlardan gelir kulağımıza. Henüz 15 yaşında vatanı için ölüme giden yiğitlerin hatırası, Çanakkale sokaklarında “Çanakkale içinde aynalı çarşı, ana ben gidiyom düşmana karşı” dizelerinde yaşar. Bu türküyü sadece Anadolu’da değil, diğer türk topluluklarında örneğin, Arnavutluk’ta, Makedonya’da, Bosna Hersek’te, Kerkük’te de duyarız. Her biri kendi dilinde söyler bu kahramanlık destanlarını, çünkü bu türkülerin yüreği ortaktır, geçmişi ortaktır, millet hafızasının ortak sesidir.

İşte bu zengin repertuvar; ağıtlarla, destanlarla, hücum marşlarıyla bize kim olduğumuzu, nereden geldiğimizi hatırlatır. Kültürel ve tarihî belleğimizin bir parçası olan türküler, aynı zamanda bizi birbirimize bağlayan gönül köprüleridir.

Bazı duygular vardır ki kelimelere sığmaz; hani “anlatılmaz da yaşanır” deriz ya… İşte türkü dediğimiz o halk ezgileri, kelimelerin anlatamadığını söyler bize. Sazın teline vurulduğunda bir annenin gözyaşı dökülür tellerden, bir yârin hasreti yayılır havaya, bir gurbetçinin sitemi siner geceye.

Türkü, Anadolu insanının içli bir feryadıdır. Ne zaman bir acı yaşansa, ne zaman bir sevinç büyüse yürekte; türkü olur, dile gelir. Çünkü halk türküsü, halkın kalbidir. Kimi zaman “Kara tren gecikir, belki hiç gelmez…” diye bir bekleyişin umutsuzluğunu anlatır; kimi zaman "turnalara emanet edilen umutlar, demet demet kırmızı güller" adı konulamayan duygulara tercüman olur. Kimi zaman beşikteki yavruya kundak olur ninnilerle, kimi zaman beli bükülmüş dedelere baston olur destanlarla.

Türküler yalansızdır. Abartmaz, makyaj yapmaz, Aşık /Ozan (veya türküyü yakan kimse) türküyle içinden ne geçiyorsa onu söyler. Belki de bu yüzden bu kadar sahicidir. Dinlediğimizde bizden bir parça buluruz içinde. Belki bir çocukluk anısı canlanır, belki bir ayrılık hatırlanır, belki de hiç yaşamadığımız ama hissettiğimiz bir duygunun izine rastlarız.

Aşkın da, ayrılığın da, direnişin de, ölümün de türküsü vardır. Çünkü türkü, insanın duygusal haritasını çizer. Ne yaşandıysa yaşansın, türkü onu alır ve zamana direnerek taşır bugüne. Bu yönüyle türküler, sadece müzikal bir ifade değil, duyguların canlı arşividir.

Bugün teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin, insanlar ne kadar modernleşirse modernleşsin, bir türkü çaldığında hepimize dokunan bir şey vardır. Bir söz, bir ezgi, bir yanık ses… Ve o an anlarız: Türkü, insanın kalbine dokunma sanatıdır. Biz türkünün gücünü içinde büyüdüğümüzden olsa gerek, bu sanatsal büyünün farkına varamayıp pek önemseyemesek de emperyalizm önemsedi. Ecdadımızın ruha şifa kıldığı mirasını kültürel bir silah olarak kullanmaya başladı ve sözlerle kodlanıp şarkılarla suskunlaştırıldık.

3 Kasım 1934’te Anadolu Ajansından bir haber duyuldu: Resmî gazetede de ilan edilen geleneksel Türk müziğine gelen yasaktı. 1917’de Osmanlı’nın kurduğu ilk müzik eğitim merkezi olan Darü’l-Elhan (Nağmelerin Evi), 1926’da konservatuvar adını alırken geleneksel Türk musikisi eğitimi de yasaklanmıştı. Keman, mandolin, piyano gibi Batı müziği derslerine izin veriliyordu. Belki en derin yarayı 2 Kasım 1934’te aldığı yayın yasağı açmıştı geleneksel Türk müziğine. İki yıllık sessizlik, 5 Şubat’ta Batı müziği ile harmanlaşma çalışmalarıyla bozulmuştu. Lakin geleneksel Türk müziğinin tamamen özgürleşmesi 50 yılı bulmuştu. Fakat bu özgürlük değil, fikrin yerini duyguya bırakmaktı. "Ar’ı, "edebi, saygıyı “özgür ifade” dedikleri küfür ile silmekti. Sevdiğinin gözünü “çeşm-i siyah” ile örten nesil zamanla sevdiğinin bedenini santim santim tarif edecekti.

Bunun için müziği bir zihin mühendisliği aracına dönüştürmek lazımdı. Kollar sınavdı! 1980 sonrası dönemde Unkapanı müzik piyasası büyük oranda dış kaynaklı fonlarla büyütüldü. Piyasaya yön veren yapım şirketlerinin bazıları Batı merkezli medya ve müzik tekelleri ile gizli ortaklıklara girdi. Sony Müzik, EMI, Universal gibi şirketler dolaylı olarak Türkiye'deki yapımcıları fonladı, yönlendirdi. Amaç, kültürel kırılmayı hızlandırmak, halk müziğini yozlaştırmak, yeni nesli teslim almaktı. Unkapanı sadece sanatçılar yetiştirmedi; frekanslarla, sözlerle, kodlarla düşünen bir toplumun yerini sadece hisleriyle yetinen bir topluma bıraktı. Ve bu değişim Türkiye'yi kültürel olarak bağımlı hâle getirdi. Bugün insanlar muhakeme yeteneğini yitirdi; agresif, kırılgan, depresif bir ruh hâli içinde. Çünkü zihinlerine yıllarca şu mesaj yüklendi:

"Sen bir şey yapamazsın. Kabullen. Ağla. Unut. Sus."

Bu bir müzik değil, bu bir bilinç operasyonuydu. Ecdadının şifa olarak sunduğunu Kültür emperyalizmi zehir olarak enjekte ediyordu.

Evet, bir milletin kurşunla değil, nota ile de istenilen nizama getirilebileceği, esir edilebileceği de ortaya koymuş oluyorlardı.

Biz yıllardır onların kodladığı melodileri hep birlikte dinledik, söyledik ve farkında olmadan kendimizi susturduk.

 

Yazarın Diğer Yazıları