Son bir haftadır ilginç bir şekilde sosyal medyada çokça zikredilen konulardan biri ölüm oldu. Tahmin edersiniz ki bunun nedeni sevgili peygamberimizin tavsiyesi üzere nefislerimizin tadını bıçak gibi kesmek değil tabi. Zaten sosyal medya üzerinden anlatılan ölümlerin de böyle bir derdi yok. O halde nereden çıktı şimdi durup dururken bu ölüm meselesi?
Yakın zamanda bir yayın platformu şimdiye kadar değinilmemiş ilginç bir konuyu dizi halinde izleyicinin beğenisine sundu. Dizi bir gassalin hayat hikâyesine odaklanıyor ve takdir edersiniz ki dizide ölüme sıkça yer veriliyor. Yapım izleyiciler tarafından beğenilince de çeşitli sosyal medya platformlarında dizi içerisinden ölümle ilgili kesitler ve sözler sık sık paylaşılır oldu. Peki, çocukların en yakın arkadaşının bombalar ve mermiler olduğu Müslüman coğrafyasında ölüm yıllardır kol gezerken, Suriye, Filistin ve Doğu Türkistan’dan gelen haberlere ufacık dahi olsa bir tepki verilmezken ne oldu da birden hep bir ağızdan ölümü güzellemeye başladık?
Batıda yaşanan çeşitli gelişmelerin etkisiyle ortaya çıkmış olan modern düşünce, kendisi için aklı her şeyin ölçütü kabul eder. Akıl ile her soruya bir cevap bulabileceğine, bütün doğayı hâkimiyet altına alıp hükmedebileceğine inanır. Hatta öyle ki Batılı zihin için bireyin doğa yasalarına boyun eğmesi kesinlikle kabul edilemez. Hal böyle olunca ölüm, modernite için her zaman bir düşman konumunda olmuştur. Çünkü gelişen onca teknoloji ve tıp tekniğine rağmen insanoğlu hala ölümü alt edebilmiş değildir. Bu nedenle modern düşünce bu mücadeleyi kazanamayacağını anlamış ve ölümü gündelik hayattan uzaklaştırmaya gayret etmiştir. Bu gayretin ilk adımı şehir mimarisi ile başlar. Mezarlıklar artık şehrin önemli yerlerinde değil daha kuytu köşe yerlerdedir. Çünkü onca kazanma telaşı ve yaşam mücadelesi içinde modern insan ölümü hatırlamaktan hoşlanmaz. Şehrinde ölü görmek istemeyen modern insan haliyle evinde de görmek istemeyecektir. Bu nedenle artık neredeyse evinde sevdikleriyle beraber kendi yatağında ölen insan sayısı oldukça azalmakta, buna karşın hastane yataklarında, şanslıysa yanında tanımadığı bir hemşire varken ölen insanların sayısı gün geçtikçe artmaktadır. Ölüme topyekûn bir savaş açılmıştır.
İçerisinde bulunduğumuz dönemde ise (ister adına dijital çağ ister vahşi kapitalizm isterse de postmodern dönem deyin) ölüm ile olan savaş bambaşka bir boyuta taşınmıştır. Artık karşıda modernite gibi açıkça ölümü kötüleyen ve gündelik hayattan çıkarmaya çalışan bir düşman yoktur. Ölüm “kültür endüstrisinin” bir parçası haline getirilmeye çalışılmaktadır. Bu endüstri hiçbir şeyin bütünlüğüne önem vermez. Öncelikli amacı gündelik yaşamın yorgunluğuna karşı geçici bir kaçış imkânı sunmaktır. Bu şekilde bir çeşit oyalanma ve zihinsel uzaklaşma sağlayarak sistemin sürekliliğini sağlar. Böylece artık ölüm dahil hiçbir şeyle düşman olarak karşı karşıya gelmeye gerek yoktur. Çünkü her şey sistemin içerisinde onu besleyen bir faktör olarak kullanılabilmektedir.
İşte bu nedenle bir tarafta gerçek ölüm sahnelerine kimse dönüp bakmak istemezken diğer tarafta sürekli ölüme güzellemeler yapılmakta ve böylece ölüm gibi hayati bir mesele bile kültür endüstrisi tarafından tüketilen bir meta haline getirilmektedir. Bu minvalde bizler, ölünce beni kim yıkayacak kaygısı gütmek yerine, öldürülen yüzlerce çocuğa hiçbir tepki göstermeyen ölmüş insanlığı kimin yıkayacağını dert edinmeliyiz.