’Osmanlı’nın kullarını Cumhuriyetin vatandaşı yapacağız’’ sloganıyla yola çıkan Cumhuriyet Elitleri yarattıkları radikal bir proje olan ‘’devlet-ulus’’ anlayışı halkı pasif, güçsüz, etkisiz bir güruha indirgedi. Binlerce yıldır savaşçı, geleneklerine ve devletine bağlı, Kurtuluş savaşlarının asıl kahramanı olan halkı küçük gördüler. Halkın devletine bağlılığı aslında ülkemiz için hep avantaj olmuştur. Bu sayede Suriye, Irak gibi paramparça olmuyoruz. Kuran okunmasının yasak olduğu, İslam’a savaş açıldığı dönemlerde bile halk devletine kurşun sıkmamıştır. Çünkü halkın gözünde devlet kutsaldır. Devlet daima başta olmalı, en kötü yönetim en iyi yönetimsizlikten iyi diye düşünür. O yüzden ya devlet başa ya da kuzgun leşe der. Ancak bu, kendi değerlerine ve inancına saldırılması durumunda hiçbir şey yapmayacağı anlamında gelmez. Sabırla uygun zamanı ve şartları bekler, zamanı geldiğinde kendiyle barışık bir yönetimi iktidara getirmesini bilir. Bunu yaparken de devletine zeval gelsin istemez.
II. Abdulhamit istese kendisini devirmeye gelen İttihatçıların oluşturduğu Hareket Ordusunu, devletin bütün olanaklarını kullanarak, hatta halife olarak bütün Müslümanları cihada çağırarak bertaraf edebilirdi. Ancak zaten devlet zayıf bir durumdaydı. Bu halde kardeşi kardeşe kırdırmak istemedi. Kendisi hariç kimsenin burnu bile kanamadan iktidarını bıraktı. 15 Temmuz direnişi, halkın meşru olmayan yollarla iktidara gelmeye çalışan Amerika, İsrail ve Batı destekli oluşuma karşı ilk fiziki müdahalesi olmuştur.
Genç Cumhuriyet’in önde gelen ilim adamlarından Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu Avrupa’yı ‘’ameli taklit’’ ederek başarıya ulaşılamadığını söyler. ‘’Ameli taklit’’ işe yaramadığı anlaşılınca "Avrupa'nın bize aynı zamanda kültürce, felsefece, ilmi zihniyetçe de üstün olduğunu itirafa istemeyerek hazmetmeğe mecbur kaldık. Parmak ısırdık. Kendimizin şuuruna vardık". (Dr. Ziyaeddin Fahri, ‘’Türkiye’de İlmi ve Siyasi Hayatın İnkişafı Şartları’’ , Çığır Dergisi, 5 (1938). Parmak ısırarak durumunun farkına varan nesiller bu sefer çareyi "tam taklit"te aradılar. Taklit ikili bir zihniyet üretir ve kendisi olamayan insanlar, bir başka kültürü, düşünceyi, sanatı, siyaseti taklit etmeye çalışırlar ama bunda da muvaffak olamazlar zira asıl ihtiyaçlarının ne olduğunu bile tam olarak tespit edemeyen karışık bir zihin ve ikircikli bir kişilik çıkartır ortaya. Birçok çağdaşı gibi Ziyaeddin Fahri'ye göre de Türk modernleşmesinin temel sorunu, sürekli yarım yamalak çözüm yollarına başvurmuş olmasıdır.
Ziyaeddin Fahri'ye göre Türkiye'nin bu zihni bunalımdan ve kafa karışıklığından kurtulması için dört ilkeyi hayata geçirmesi gerekir. Birincisi, gelenek eksikliğinin giderilmesidir. "(...) İlmi ve felsefi hayatımızın cansızlığı, birikmiş ve toplanmış manevi bir servetin yokluğundandır" diyen Fahri, hiçbir köklü ve ciddi düşünce hareketinin bir geleneğe dayanmadan vücut bulmasının mümkün olmadığını söyler. Modernleşme adına geleneği bir kenara bırakırken "yeniyi ise ihtirasla kucaklamadık". Avrupa karşısında parmak ısırdık ama "neye parmak ısırdığımızı da doğrusu bilmiyorduk". Ziyaeddin Fahri'nin bu satırları yazdığı 1938'de Türkiye hâlâ bir "anane" yani gelenek yoksunu ülke olarak yalpalamaktadır.
İlmi ve fikri bir hareketin ortaya çıkması için gereken ikinci şart, "dinî ve siyasi ihtirasları bir tarafa bırakarak ilmi ilim olarak, felsefeyi felsefe olarak kabul etmek, ilmî ve felsefi faaliyeti başka çeşit kıymetlerle karıştırmamaktır.
Üçüncü şart, müellifimizin "toprak-düşünce arasındaki münasebet" olarak ifade ettiği konudur. Fikirlerin yeşerdiği toprak ile o toprağa şekil ve istikamet kazandıran fikir arasındaki irtibat, genç Türk Cumhuriyeti'nin de temel sorunlarından biridir. Taklit hastalığının bu ilkeyle de çeliştiğini söyleyen Ziyaeddin Fahri şu önemli tespitlerde bulunur:
Bizde fikriyât taklitlerinin daima taklit olarak kalması, kültür kaynaklarını Fransa’dan, Almanya’dan veya bilmem nereden almış olan Türk okumuşlarının kendilerine gelememelerinden, hidayete erişememelerindendir. Bu yüzden okumuşlarımız, hangi toprak üzerinde bulunduklarının, hangi toprağın çocuğu olduklarının farkında değildirler. Hayalen bir Avrupa memleketinin hava-i nesîmisini teneffüs ederler. Bunlar nihayet bir gün sendeleyerek desteklerini kaybetmeye mahkûmdurlar. Ya cemiyet onlara "hayırsız", "memleketine hayrı dokunmadı" damgasını basar, ya münevver, cemiyetin kendisini güya takdir etmeyişinden mütevellit bir melankoli ve vesvese içinde heder olur gider. İçtima-i meselelerde başka memleketlerin ihtiyaçları ve değerlerini değil, mevzubahis cemiyetin ihtiyaç ve değerlerini göz önüne almak, beynelmilel mahiyeti haiz ilmi ve felsefi düşünme tarzlarının taklidi daima, hazm ve imtisāsa ve ibdâa götürecek yolları bulmak lazımdır. (Dr. Ziyaeddin Fahri, ‘’Türkiye’de İlmi ve Siyasi Hayatın İnkişafı Şartları’’ ,s.20-21.)
İslâm düşüncesinin önemli simalarından olan Mevlânâ, ‚Taklitçi, dere yatağı gibidir. İçinden akıp giden suyu asla içmez. Su, onun içinden akıp gider fakat içenlere nasip olur‛ derken, aslında hayat kaynağı olan suyun, taklitçiye faydası olmadığını ama anlamak isteyen için de âb-ı hayat olacağını ifade eder. Mevlânâ, insanı taklide götüren nedenlerin, cehalet, gaflet, akletmeme vb. özellikler olduğunu belirtirken, benlik, kibir, gösteriş arzusu, makam-mevki hırsı gibi etkenlerin de taklitte ısrara neden olduğunu ifade eder. Yüce Kur’an ‚Sizin için kulaklar, gözler ve kalpler yarattık.‛, ‚Hâlâ akletmiyor musunuz?‛ buyururken, Allah’ın insana bilmesi, anlaması için önce kulak, sonra göz, akabinde de kalp verdiğini belirtir. Kulağını vahyin ve peygamberin sesine veren, onlardaki hakikati gören insanlarda, ‚kalbî bir biliş‛ meydana gelecektir. Bu aynı zamanda taklitten kurtuluşun da en önemli reçetesidir. Kişilerin ve toplumların huzuru, insanın kendi içindeki hazineyi açığa çıkarmasından geçer. Kendisi olmanın yolunu bulan insan gelişir ve üretir. Taklit, kişinin üretken olmasını engellerken, gösterişçi, haset ve kıskanç bir toplumun da önünü açmaktadır. Burada ‚kendini fark etme ve anlama, toplumdaki bozulmaları giderecek; doğruluk, merhamet, adalet, sevgi ve barışın, birlik ve beraberliğin kurucusu olacaktır. Taklit insanda bir pranga olduğundan, ondan kurtulan insan da özgürleşecek, özgürleşen insan üretecek, üreten insan ve toplum da taklit etme mağlubiyetinden kurtulacaktır.
İhtiyacımız olan kişi ya da toplumları taklit etmek değil kendimiz olmak, kendimizi bilmek, çok çalışmayı alışkanlık haline getirmektir.