
Düşmanın bilinmesi
Mehmet Fatih OKUT
Cenab-ı Hak insanı yarattığından beri düşmanı vardır. Bunun elbette hikmetleri var. Şunu iyi bilmekteyiz ki Allah c.c. bizi imtihan etmek için bu dünyada var etti. Dostlar ve düşmanlar yarattı. Bize bunlar hakkında da yüce kitabı Kur’an’ı Kerim’de ikazları vardır.
Tabi düşmanımızı tanımlamak, onu tespit etmek biz akıl sahiplerine düşüyor. Biz nerede duruyoruz ki “oradakiler” bize karşı düşman olmakta. Bizim durduğumuz “yer” ile “onların” durduğu cephe düşmanlığı belirliyor.
“Cahillerimiz” dostu ve düşmanı ayırmakta başarısızlar. Medya dahi çoğu kez vatandaşımıza yanlış adres veriyor. Sonra bakıyorsunuz, müzik değişince “dans” da değişiyor ve İyiler kötü, kötüler de iyi oluvermiş.
Günlük yaşamımızda insanları doğru tanıyor muyuz? Tanıdığımız hangi arkadaşa güvenilir? Elbetteki güvenilir insanlar var ve onlar toplumun en önemli çimentosudur. İyi ki varlar.
Düşman kimdir? Karşı görüşteki siyasi partinin mensupları mı, karşı takımın taraftarı mı, bizimle rekabet eden diğer esnaflar mı, beni çok çalıştıran patronum mu?
Ya da Rusya mı, Amerika mı, Çin mi, İran mı, İngiliz mi, Alman mı, Ermeni mi?
Veya Trump mı, Merkel mi, Putin mi? KENDİMİZ Mİ?
Bunlar hem iyi olabilirler hem de kötü. Biz başarılı bir toplum olursak, onların arasında yönetici oluruz, tembel ve uyuyan toplum olursak onlar bizi sömürürler ve düşmanlığımız artar. Toptancı bir bakışla Amerikalılar düşmandır ya da Rusya devleti düşmandır denilemez. Devlet aklı sürekli çalışır ve takibi bırakmaz ve ilişkileri idealize etmeyi hedefler.
Yukarıda söylediğim gibi durduğumuz, konumlandığımız yer bakış açımızı, dolayısıyla kararlarımızı belirliyor. Biz oyuz işte. Yoksa herkes annesinden sıfır km doğuyor. Sonraki süreçte ve en sonunda öyle bir yere konumlanıyoruz ki işte burası bizim düşünme biçimimizi belirliyor. Oradan bakınca dost ve düşman belirmiş oluyor.
“Dostlarınıza yakın olun; düşmanlarınıza daha yakın” demişler.
Gayrımüslim devletlerin içinde, Müslümanlara düşman olmayan ve düşman olanlarla da yardımlaşmayanlar vardır. Onlarla adalet ölçülerinde kalarak işbirliği yapabiliriz; bu bize yasak değildir.
Bazı toplumların ergen, bazılarının yetişkin olduğunu söylerler bir takım uzmanlar. Bunun gerçeklik payı da vardır.
Açıkça söylüyorum: Yetişkin, iyi bir yere konumlanmış ve iyi bir düşünme biçimine kavuşmuş toplum değiliz. Osmanlıdan beri devam eden “kath-ı rical” hali. İç ve dış politikamızın, gerçekten, üstün düşünme biçimine sahip insan kaynağına ihtiyacı var. Bence bu konuda ne gerekirse yapacak bir siyasi irade de var; ama sıkıntı devam ediyor..
Siyaseti, bilimi, dini, kültürü, medeniyeti ele alış biçimimiz sorunlu. Yani bunlar üzerine düşünme ve bu konuları ele alma biçimimiz yeterli ve yetkin değil. Peki neden ?
Cevap: Okumuyoruz. Yani genel olarak. Yoksa okuyanlarımız var lakin yetersiz. Ayrıca, çok okuyan gençlerimiz içinde bile, ciddi oranda, ahlaki problemleri olan bir kitle mevcut.
Bilgi yetmez. Onu bir ahlaka göre uygulamak ve bedelini de ödemek gerekir. Yani olgunlaşmak da gerekiyor. Maalesef okumayan, seyreden bir toplumuz. Kısacası hep ekran başındayız; kitap başında değil. Bu da taklitçiliği getirdi; film, dizi, Show vs. bunları taklit ederek, arkalarından yetişmeye çalışan gençleri hayretle görüyoruz. Hapishaneler değil kütüphaneler dolmalıydı bu ülkede. Sinema salonlarında da medeniyet kurulmuyor.
Biz ise çılgın alışverişçiler, tüketiciler oluverdik. Kapitalist Karunları zengin ettik, ediyoruz.
İnsanlık, tarihinde görmediği gelişmelere, yaşamı kolaylaştıran buluşlara kavuştu. Ancak biz bunu, yüksek bir medeniyet ve olgunluk seviyesine ulaşmakta kullanmıyor, günlük zevk ve eğlenceyle ve tüketim çılgınlığıyla geçiştiriyoruz.
Sonuçta, insanı saptıran, dünyada savaşları doğuran temel düşmanlara teslim olduk: Nefse ve şeytana..
Böyle olmamalıydık ve olmamalıyız artık. Sadece işkembesini dolduran, şehvetini doyuran ve dışkı üreten canlılar değiliz biz! Bunun üstü/yukarısı var. Yani değerler, doğrular ve faziletler var. İslam var.
Kur’an’ın bir diğer adı Furkan’dır: İmanı küfürden, ihlası riyadan, tevhidi şirkten, hakkı batıldan, doğruyu eğriden, hayrı şerden, iyiyi kötüden, helali haramdan, tayyibi habisten ayıran demektir. Yani dostu da düşmandan ayıran demektir.
Bizim toplumumuzun çoğunluğu, inancına danışarak, dost düşman ayrımı yapmıyor. Çünkü yapamıyor. Okumadığı için dinini de iyi bilmiyor.
“Ben Müslümanım” dediğimde bu, dünyayı sarsan bir şeydir. Ancak, düşmanlarımın kim olduğuna doğru karar verebilmem için Müslümanım demenin ötesine geçmem gerekir. Dinimi tam olarak bilmem, onu kuşanmam ve Müslüman olmanın bedelini ödemem gerekir.
İslam’ı yaşamak ve yaşatmak istediğimizde, en yakınımız dahi olsa karşımıza çıkanlar, biz Müslümanların dostları olamazlar.
Gerek günlük yaşamımızda, gerek iç ve dış politikada, gerekse kendi nefsimizde düşmanlar hep olacaktır. Peki inancımızın bize verdiği o “gerçek üst akıl”a erişebildik mi? Dinimizi kuşandık mı? Düşmanları doğru teşhis edebiliyor muyuz?
Biz Furkan’ın neresindeyiz?