Mehtap Erol

Kemal Sayar'dan sevgiye adanmış bir kitap

Mehtap Erol

Hɑcettepe Üniversitesi Tıp Fɑkültesi mezunu olɑn Kemɑl Sɑyɑr, Maɾmaɾa Üniveɾsitesi Tıp
Fakültesi Psikiyatɾi Anabilim Dalı başkanıdıɾ.
Çeşitli gazete ve deɾgileɾde köşe yazaɾlığı yapmış, Açık Radyo'da ve daha sonɾa Staɾ
televizyonunda "Ruhun Labiɾentleɾi" isimli biɾ pɾogɾamı hazıɾlamış ve sunmuştuɾ.TRT'de
İnsanlık Hali adlı pɾogɾamı biɾ yıl yapmıştıɾ. Yiɾminin üzeɾinde kitabı olan Sayaɾ, edebiyatla
da yakından ilgilenmektediɾ. Kemal SAYAR’ın 19.uncu son kitabı “Beni Sessiz de Sevebilir misin?” i, elinizde
olmadan kesintisiz okuyarak bir kerede bitirmeyi ve yerinizden kalkmadan kendiniz üzerine derin derin düşüncelere dalmayı istiyorsunuz…
Çünkü başlarda sevgiliye adanmış bir kitap izlenimi veren, derin anlamlarla dolu
isminin, sayfalar ilerledikçe aslında sizi, hayatı ve en kuşatıcı bir bakışla, Yaratıcı’yı anlatan bir şifre olduğunun farkına varıyorsunuz…
Kitap, küçük küçük bir çok deneme den oluşuyor. Yazıların her birini okumak o kadar da vaktinizi almıyor… Ama asıl macera, denemelerin son kelimesinden sonra başlıyor… Çünkü sözcük adeti olarak sınırlı gözüken bu metinler, her defasında ısrarla sizden cesur iç hesaplaşmaları istiyor ve o anki hayat gerçeklerinizle bir tür yüzleşme içine sokuyor…
Denemelerin şu başlıkları, sanırım size az çok bir fikir verecektir… ‘ Ruhunuzun En Derin Yaraları Affetmekle İyileşir. , Önce Kendine Kıymaktan Vazgeç. , Tevazu Göklerin Altında Bize Bir Yer Bulur. , Hasar Olmadan Zafer Olmaz. , Sessizlik, Bir Başkasının Kelimeleriyle Düşünmektir. , Yaşamak Direnmektir…’
Kitapta en çok etkilendiğim bölüm;
MELEKLERİ ÜRKÜTMEDEN SEV
Ey gönül! Şimdi sorarım sana, hangi aşk daha büyüktür? Anlatılarak dile düşen mi. anlatılmayıp yürek deşen mi? Şemş-i Tebrizi
‘Sessizlik sır saklamaz’ diyor Uriah Heep bir şarkısında. Kalamış’ta aşk yorgunu bir dostumla sohbet ediyoruz.
Cep telefonu vızırdayıp duruyor. Sevgilisinden birbiri ardına, mermi gibi, hüzünlü mesajlar. Kaza okları yüreğine saplanan o kocaman adam, acı ve tereddüt içinde kıvranıyor.
Aşk artık gürültücü. Aşkı ruhunda dinlendiren sevgililer yok, ortalığı telaşa vermek, yakmak, yıkmak, kırmak istiyor aşk. Yok olurken yok etmek istiyor. Eskinin sessiz ve içli âşıkları nerede şimdi? Aşkını içinde bir ateş gibi gezdiren, ‘yaktığımdan daha büyük ateşlerde yandım’ diyen o mahzun sevgililer.
Onları çıkardıkları sesten değil, ruhlarının üzerinde gezinen sessizlik halesinden tanıyabilirdik. Onlar içe çekilir, içe doğru derinleşir, varoluşun kemikleri yakan ıstırabıyla sarhoş olabilirlerdi.
Günümüzün aşkları görünmek istiyor. Kıyıda köşede gizlenmek istemiyor, bilinmek, ilan edilmek, ses çıkarmak istiyor. Özlemek istemiyor âşık, hemen kavuşmak istiyor, sevdiğini her an kapsama alanında tutmak, hapsetmek, boğmak istiyor. Aşk, beklemeye tahammül etmiyor.
Âşık sevmek değil, sevilmek derdinde. Sevilsin, şu karanlık dünyada kendisine bir ışık dehlizi açılsın, sevilmeye değer olduğunu biri ona söylesin istiyor. Yücelmek için yüceltiyor, sevilmek için seviyor. Istıraba tahammülü yok, yanmaya gelemiyor, varlığını alevde eriten bir pervane yerine kandile sitem okları yağdıran bir pervane olmayı yeğliyor. Gürültü yapıyor. ‘Ne olur beni sev!’ diye ulu orta bağırıyor, sessiz bir ağlayışla yapılmadığı için bu çağrı, masum bir yakarı olmadığı için ötelerden yankı bulmuyor.
Aşk artık sessizliğe katlanamıyor. Âşık sanıyor ki ne kadar ses olursa o kadar iyi anlaşacak, çıkardığı sese karşılık bir ses istiyor, iniltisine bir iniltiyle cevap verilsin istiyor. Oysa fazladan sarf edilen her kelime, oluş çabasıyla sınanmamış her söz, sevgiliyi sırlar mağarasına daha çok çekilmeye mecbur ediyor. Fuzuli sözler aramıza sırlardan bir duvar örüyor. Oysa âşığın feryadı susuşunda gizlidir. ‘Ancak söylenemeyen aşk aşktır’ diye yazmıştı Blake. O asırlar öncesinden seslenen Mevlâna’yı yankılar gibiydi: ‘Dil, kelimeler pek çok şeyi açıklar ama aşk, üzerine kelimeler düşmediğinde daha berraktır’.
Sessizlik bütün asaletiyle hayatımızın her cephesinden geri çekiliyor. Ruhumuzun kıyılarını döven ses dalgaları bize ne bir özlem duygusu ne de bir kavuşma heyecanı bırakıyor. Hız ve gürültü, sonunda aşkın yüzlerce yıllık anlamını da yutuyor.
‘Elimden gelse hiç konuşmazdım’ der Konfüçyüs. ‘İyi ama o zaman nasıl anlatacağız insanlara?’ diye endişe eder öğrencileri. ‘Göğün kendisi konuşuyor mu?’ diye devam eder üstad. ‘Ama dört mevsim pekâlâ birbirini izliyor ve bütün var olanlar çoğalıyor.’
Göğün ve aşkın konuşmaya ihtiyacı yok.
Halden bilene ihtiyacı var. Hali okuyabilene. Halden anlayabilene.
Oysa günümüz aşkları nasıl da bağırgan: ‘Beni sev! Beni sev!’ Gerçek aşk sevilme ihtiyacının üstündedir, talep etmemeyi de bilmektir. Aşkın hakikati, âşığın susuşundadır, çektiği çilede, düştüğü çöldedir.
Gönle düşen, dile düştüğünde bazen yere düşer. ‘Sevdiğimi söylemez isem, sevmek derdi beni boğar’ diyen Yunus’a ne demeli o halde?
Söylemek hep kelimelerle olmaz ya sevgili dost, hal de söyler. Gönülde olanı yere düşürme.
Sessizce sev. Usulca. Kâinatı telaşa vermeden.
Melekleri ürkütmeden sev…
Gürültü çağında sessizliğe, sukûnete, düşünmeye ne kadar ihtiyacımız var malum. Değerlerin yer değiştirdiği dünyamızda asıl değerlerimizi hatırlamamıza yardımcı olacaktır bu kitap. Velhasıl adı güzel, kapağı tatlı, içindeki resimler iç açıcı, yazıların her bir cümlesi için saatlerce düşünebileceğim bu kitabı tavsiye edebilirim gönül rahatlığı ile.

Yazarın Diğer Yazıları