Nihat KURTOĞLU

Kardelen ve Yuvaya Dönüş

Nihat KURTOĞLU

                                                             

İnsan hayatında bazen uzun süreli ayrılıklar buna müteakip kimi zaman vuslatlar kimi zaman da sürekli kopuşlar ve bir daha sılaya dönemeden dünyadan ayrılmalar olabilmektedir. Bundan yaklaşık 10 yıl kadar önce bendeniz de bu kültür mücadele ve mücahedesinin içinde bir nefer olarak yazılar yazmıştım. Ancak bir türlü sonuç alamadığım doktora programım nedeniyle yazılarıma bir süreliğine ara vermek zorunda kalmıştım. Ne de olsa bir koltukta iki karpuz taşınmazdı. Ne yazık ki ülkemiz eğitim sisteminin kendine özgü bazı dinamikleri veya tanımlayamadığım ve dahi anlayamadığım bazı garip faktörler veya etkili ve yetkililerin nev’i şahsına münhasır tutum ve uygulamaları yüzünden “menzil-i maksuda” ulaşamayan şöyle garip bencileyin birçok fikir ve düşünce emekçisi umduğunu göremeden terk-i dünya eyliyorlar. Ben fakir de böyle bir imtihanla sınandım. Yedi yıl emek vermeme rağmen emeğimin karşılığını icazet, belge çıktısı olarak ne yazık ki alamadım. Onlarca dersten üstün başarılı olan bu garip bir danışmanla uyuşamadığım için tökezledim. Yönetmeliklerde yasal hak olan danışman değiştirmeyi bir türlü gerçekleştiremediğim için her şeyi bırakıp arka kapıdan çıkmak ta benim kaderim ve bizim yüksek öğrenimimizin bir paradoksuydu, çıkmazıydı bana göre. Davadan vaz geçmiş değildim. Dosyayı en üst mahkemeye yani “İlahi Adalete” havale etmiştim. İyi ki de Allah var, ahiret var. Hesabımız oraya kalmış durumda.
                                       Ancak bu süre zarfında kendi adıma ve lehime birçok bilimsel bilgi, anlayış ve kavrama yöntem ve teknikleri ve usulleri konusunda oldukça iyi yol aldığımı düşünüyorum. Bu yüzden inşallah bundan sonra da Kayseri Gündem gazetemizde arada bir de olsa duygu ve düşüncelerimle birlikte çeşitli güncel vakalarla alakalı olarak yorumlar yapmayı da arzu etmekteyim. Umarım bundan sonraki kalan ömrümüz boyunca Rabbim bana insanlara ve özelde Müslüman kardeşlerime bir şekilde hizmet etmeyi nasip eder ve dünya imtihanımızı gönül hoşluğuyla ve Rabbimizin rızasına muvafık olarak tamamlamak mukadder olur.
                                        Bu kısa girizgahtan sonra gelelim sadede. İnanç sistemimizde insan yaratılmışların en hayırlısı olarak nitelenmiş ve “ahsen-i takvim” (En güzel biçimde) ile yaratılmış olup, Alemlerin Rabbi olan Allah’a ve diğer mahlukata karşı çok önemli görevleri olan bir varlıktır. Kur’an’a göre onun temel yaratılış sebebi Allah’a kulluk olduğu halde diğer taraftan Dünya hayatında “Halife” yani Allah için ve Allah adına yeryüzünü düzene koymak ve adil bir şekilde yaratılmışların hayatlarına devam etmesini sağlaması için kendisine yetki verilen yegâne canlıdır. 
                                      Elbette biraz derinlemesine düşünülürse bu insana verilmiş çok büyük bir değer ve ayrıcalıktır. Bütün Allah’tan gelmiş vahiy ürünü Kutsal Kitap ve geleneklerinde buna benzer anlatımlara rastlamak mümkündür. Ancak bu durum bir o kadar da istismara müsait olmasından mütevellit insanları katı bir güçle ve zorbalıkla yönetmek isteyen bütün diktatör devlet adamları bunu kendi otoritelerini ikame ve idame için kullanmışlardır. Firavunlar, krallar, hanlar, hakanlar, Tanrı veya tanrıların oğlu veya soyundan olduklarını ve dolayısıyla daima yönetimde en çok kendilerinin hak sahibi olduklarını ve yönetim haklarını veya yetkilerini (güçlerini) Tanrı veya tanrılardan aldıklarını iddia etmişlerdir. Halklarını buna inandırdıkları ve ikna ettikleri sürece de onları sorunsuz yönetmenin en kolay yolu bu olmuştur. İkna etmekte zorlandıkları zaman da Tanrı veya Tanrılardan aldıkları sözüm ona yetkilerini zulüm için kullanmakta bir beis görmemişlerdir.
      Firavun Mısır’da güneş tanrısı Ra’nın oğlu olduğunu, Japon imparatoru güneş tanrıçası Amaterasu’nun oğlu(soyu) olduğunu her defasında sıklıkla söyleyerek halkı yönetme hak ve yetkisinin kendilerinde olduğunu vurgulamışlar ve bu hususta da hiç merhametli davranmamışlardır. 
                                        Eski  Türklerde hanlar, hakanlar Gök Tengri’den yetki aldıklarını yani kut almış olduklarını, İslami dönemde de Selçuklu hakanları ve Osmanlı  padişahları hep kendilerinin “Halife, Zıllullah” yani Allah’ın yeryüzündeki gölgesi olduklarını iddia etmişlerdir ve hatta buna kendileri de inanmışlardır. Bazılarına göre bu Müslüman devlet adamlarının yanlarında Allah dostları ve İslam alimleri bulunmamış olsalardı tamamen kendilerini kaybedecekler ve birer narsist zorba olacaklardı. Buna rağmen bu kutsal ve bir o kadar da zor sorumluluklarını yerine getirmekte zorlanmışlar ve  zaman zaman adaletin şirazesi bozulmuştur.
                                        Muttaki olan yani Allah’a ve yeryüzündeki görev ve sorumluluklarının bilincinde olan mü’minler her daim omuzlarına yüklenen bu mukaddes yükün bilinciyle hayat sürmüş, yani halifeliklerini yerine getirmeye gayret göstermişlerdir. Ancak diğer taraftan bu Dünya bir imtihan yeri olduğundan herkes bu sorumluluğu taşıyamamış, şeytan ve nefsin hileleri ile yeterli mücadele kapasiteleri, donanımları ve azimleri olmadığından ne yazık ki Yaratan’ın insana genelde ve özelde tevdi ettiği bu görevi layıkıyla yerine getirememiş ve sınavı kaybetmişlerdir. 
                                      Bu hayat baştan sona Hak ile Batılın bağlıları, taraftarları ile iyinin ve kötünün savaşı ve kazanma mücadelesi olup, ahiret hayatını dizayn ve teşekkül ettiren, herkesin ektiğini biçeceği çok önemli bir tarladır.
                                        Hayatınızın bir kısmı kader programıyla belirlenirken, bir kısmı da kesp ve gayrete bağlı bir amaç uğruna yapılan mücadelenin sonucu, yani insanın asıl sorumluluk alanıdır. İnsan için paha biçilemez olan da bu alandır. Allah insanın ahiret ve sonsuz hayattaki yerini ve değerini belirlerken bu alanı dikkate almaktadır. İlahi ilkelerde (Sünnetullah) hiç kimseye gücünün yetmediği bir görev, sorumluluk yüklenmemiştir. Ahiret hayatındaki yeri belirlenirken gücü ve sorumluluk alanındaki görevlerin yerine getirilip getirilmediğine bakılmaktadır. Bu yüzden muttaki Müslümanlar bu dünya görevlerini aksatmamak için ellerinden geleni yaparlar.
                                     Ne yazık ki bu dünyanın geçici olduğunu ve ebedi bir hayatın bizi beklediğini yeterince idrak edemeyen, anlayamayan insanlar ve sözde Müslümanlar da vardır. Tarihi süreç içinde yüzbinlerce peygamber(elçi) gönderilmesine ve görevlendirilmesine, ayrıca birçok vahiy ürünü kitaplar da verilmesine rağmen inanç dünyalarını sağlam ilkeler ve esaslar üzerinde teşekkül ve dizayn edemeyenler  hakikate ve gerçeklere uygun olmayan bazı ontolojik saçmalıklar içerisinde kaybolmuş görünüyorlar. Dünyevileşme(sekülerizm), materyalizm, ateizm( Tanrı tanımazlar, Tanrı yok diyenler) ve agnostisizm (Tanrının varlığı veya yokluğu bilinemez diyen felsefi akım) vb. çağın hastalıkları oldukça yaygın görünüyor. 
                                       İşte bu yüzden özelde biz din görevlileri, öğretmenler, müftüler, vaizler, imamlar, genelde de STK’lar, toplumda hatırı sayılan ve görüşlerine itibar edilen kanaat önderleri, mele’ ve aklı selim sahibi akil adamlar vb. gibi bu toplumun asil evlatlarına çok büyük sorumluluklar ve görevler düşmektedir. Rabbim yar ve yardımcımız olsun. 
                                                                                                                                       29.04.2025

Yorumlar 1
Furkan KURTOĞLU 30 Nisan 2025 13:12

Hocamızın üslûbu oldukça akıcı ve etkileyici...

Yazarın Diğer Yazıları