Nihat KURTOĞLU

Kimlik Bunalımı ve Müslümanlar

Nihat KURTOĞLU

İnsanın doğduğu zaman ve mekân kaderidir. Çoğumuz 20. Yüzyılın ikinci yarısında veya bir kısmımız 21. Yüzyılın başlarında dünyaya gelmişizdir. Biz 20. Yüzyılın 2. Yarısında dünyaya gelenler, Dünya’ya gözümüzü açıp da dünya hayatının ne anlama geldiğini idrak etmeye başladığımızda gördük ki, Dünya iki büyük Dünya savaşı geçirmiş, iki büyük kutba ayrılmış, milyonlarca insan ya savaşlarda ölmüş, ya da o tarifi imkânsız acılarla, geçirdiği travmalarla mutsuz ve umutsuz bir şekilde hayatlarını sürdürmeye çalışmışlardır. O dönem yaklaşık 120 milyon insanın feci şekilde canına mal olan komünist Sovyetler Birliği ve vahşi kapitalist Batı birbirlerine girmiş, kıyasıya savaşlar yaşanmış, milyonlarca insan canından ve yurdundan edilmişti. 

Dünyanın adalet merkezi ve güvencesi olan Osmanlı devleti zorla ve oyunlarla birinci Dünya savaşına dahil edilmiş, yenik düşmüş ve varoluş mücadelesine girmişti. Son İslam devleti Osmanlı da iç ve dış etkenlerle yıkıldıktan sonra ne yazık ki dünya meydanı komünist Rus ayısıyla, kapitalist ABD ve Batı boğasının arenası haline getirilmişti. Komünist Sovyet cephesi ortalama elli yıllık bir soğuk savaşın sonunda otoriteyi, avantajı kapitalist ABD, Batı güdümlü Siyonistlere ve Evangelistlere bırakmak zorunda  kalmışlardı. Onlar da asıl itibariyle aynıydı ve Dünyanın maddi kaynaklarını kendi lehlerinde kullanmak için birlikte hareket etmeleri çok zor olmadı. 

Bu ikili istediği gibi dünyayı parmaklarında oynatıyordu. Ve 2. Dünya savaşlarını bu ittifaka bağlı olan güçler çıkardı ve yönetti. Osmanlı‘yı birinci dünya savaşına bir oyunla sokuvermişlerdi. Zaten yorgun olan devlet iyice yıpratıldı. Sonra da tepesine çöktü Batılılar iç ve dış işbirlikçiler birlikte 600 yıllık koca çınarı yere sermişlerdi. O koca çınar bin yıllık devasa emeğin sembolü ve aynı zamanda İslam dininin ve dünya Müslümanlarının ve hatta tüm mazlumların da hamisi, koruyucusu idi.  Her ne kadar son iki yüz yıl gerileme sürecine girmişse ve özellikle Batılılar tarafından “Hasta adam” olarak nitelenmeye başlandıysa da Osmanlı devleti sembolik olarak ta olsa, Dünya Müslümanlarının halifeliğini yüklenmiş, İslam birliğini temsil etmiş ve yine topal aksak ta olsa ümmetin sorunlarına el atmış ve gücü nispetinde de çözümler üretmiş ve üretmekteydi. Osmanlının Batı ile endüstriyel ve sanayileşme yarışında geride kalması onun birçok alanda elinin güçsüzleşmesine de sebep olacaktı.

Gerek içerden ve gerekse dışardan yapılan saldırılara ancak 20. Yüzyılın başlarına kadar dayanabilmiş, tabiri caiz ise Afrika belgesellerindeki gibi vahşi hayvanların geyiklere saldırdıkları gibi vahşi Avrupalı ülkeleri Osmanlıyı parçalamak ve yok etmek için tepesine üşüşmüşlerdi. Osmanlı devleti 1914-1918 arasında istemeyerek de olsa 2. Dünya savaşının içinde kendini bulmuştu. Ne yazık ki Almanya ve diğer müttefiklerle birlikte yenilmiş bitkin düşürülmüştü. Memleketin birçok yeri işgal edilmiş, bağımsızlığını tamamen kaybetmek üzere iken birçok savaştan başarıyla çıkan başta Mustafa Kemal olmak üzere üst düzey komutanlar İngilizlerle müzakereye başladılar. Belki de zamanın zor şartları bazı anlaşmalara isteksiz imza koymak zorunda kalmış ve Batılılarla birçok anlaşma yaptıktan sonra tek kurşun atmadan İstanbul başta olmak üzere çekilmişlerdi. İşgal altındaki İstanbul tek kurşun atmadan geri verilmiş ve İtilaf devletleri İstanbul’u Türklere devretmişti. Avrupa’nın ve Yunanlıların hayalleri olan İstanbul’u tek kurşun atmadan devretmiş olmaları milletimizin tarihi bir zaferi miydi? Yoksa İngilizlerin istedikleri her şeyi masada kabul ettirdiklerinin bir yansıması mıydı? Hala hafızalarda bir soru olarak varlığını sürdürmektedir. 

Zor zaman ve şartlarda yapılmış olsa da Mondros mütarekesinden sonra ki yıllarda yapılan Lozan antlaşmasını hala zafer olarak nitelendirenler ve aynı antlaşmayı hezimet yenilginin kabul edilmesi diyerek çok fazla eleştirenler de oldu. Tabi ki ben tarihçi olmadığım için kesin hüküm vermekten her zaman kaçınsam da yaşananların bir sağlamasını yaptığım zaman savaş sonrası anlaşmaların benim ne inancıma ne kültürüme ve ne de Türk İslam Kültür ve Medeniyetinin bir mirasçısı olarak bu milletin özüne uyduğunu hiçbir zaman düşünmedim. Diğer taraftan en masumane ifadeyle “zor zamanda ve mecburiyetler karşılığında birçok tavizin verildiğini ya da verilmek zorunda kalındığını” hissedenler veya düşünenler hiç de az değil.

Yeni cumhuriyet kurulduktan sonra ivedilikle yapılan veya yaptırılan devrimler arasındaki halifeliğin kaldırılması, harf devrimi, din eğitiminin yasaklanması veya zorlaştırılması gibi icraatlara baktığımızda bu uygulamaların esasen bu milletin tarihine ve tarihsel kodlarına defakto bir müdahale olduğunu söylemek için tarihçi veya sosyal psikoloji uzmanı olmaya gerek olmadığı son derece aşikardır.

Şüphesiz 20. yüzyıl Dünya savaşlarında dolayı çok kanlı geçmişti. Ancak Osmanlının Dünya sahnesinden çekilmesi başta Müslümanlar olmak üzere milyonlarca insanın mutsuz ve umutsuz travmalar içerisinde yaşamaya devam etmesine de sebep olduğu aşikardır. Osmanlının çöküşü ve yerine ikame edilmek istenen Türk Devleti’nin mimarlarının da Batının ve Batı kültüründen etkilenen, hatta aşık olan kadrolardan oluşuyor olması son derece manidardır. Gerçi Osmanlının son zamanlarında da Batılılaşma hareketleri görülüyor idiyse de Osmanlı devletini değiştirecek veya darbe yapacak güç ve konumda değillerdi. Onlar cemiyetler, kulüpler veya sivil toplum kuruluşlarında oluşan masum görünümlü insanların kişisel icraatlarıydı. Bariz suça karışmadıkları sürece Osmanlı onlara fikir özgürlüğü çerçevesinde bakıyordu. 

Ancak ne yazık ki, bu yeni devletin mimarları Osmanlıya redd-i miras yapmış ve arkasını dönmüştü. Binlerce yıllık bir geleneğe, töreye ve örfe sahip Osmanlı toplumunun  bir anda veya kısa sürede Batılılaşması mümkün olabilir miydi? Bunu sağlamak için başvurulan birçok baskı ve zulme rağmen milletin geçmişine ve değerlerine arka dönmesi mümkün müydü? Bu yeni devletin mimarları ile milletin kendisini birçok hususta karşı karşıya getirecekti. Öyle de oldu.

Önce halifelik kaldırıldı. (1924) sonra  Anayasadan “Devletin dini İslam’dır.” İfadesi çıkarıldı. Tekke ve zaviyeler yasaklandı. Din eğitimi yasaklandı.1933-1949 tarihleri arasında din eğitimi ve öğretimi adı altında hiçbir faaliyet görülmeyecekti. Şapka ve kılık kıyafet kanununa muhalefetten kaç insanın öldürüldüğüne dair bir malumat yok. İskilipli Atıf Hocanın ve diğer isimsiz şehitlerin yaşadıkları zulümler ve İstiklal mahkemelerinin kararlarına dair oldukça çok şaibelerin bulunduğu örnekleri bulmak mümkün. 

Türkçe okutulan ezanı aslına döndürmek, İmam-Hatiplerin ve din eğitiminin yolunu açmaktan başka, bu ülkeye iyilikten başka bir düşüncesinin olmadığını bildiğimiz Başbakan Adnan Menderes’in idamı da ayrı bir yara ve travma. Batılıların tepemize diktiği askeri cuntalar her on yılda bir bu millete iyilikler(!) yapıp da darbe ve muhtıralarla sürekli olarak rayından ve amacından çıkan Demokrasiyi yeniden rayına oturmaları(!) da ayrı bir travma örnekleri. 

Bu milletin çocuklarının doğru din eğitimine ihtiyaçları tabi ki tartışılamaz.  Ailede başlanması gereken milli ve manevi değerlerin yeni nesillere aktarılması mevzuu, bir beka meselesidir ve ihmal edilemez. Edilirse bu ihmalin sonuçları çok farklı şekillerde tezahür edecek ve arızalara sebep olacaktır. 

Son 24 yıldır bu ülkeyi yönetmeye talip olan ve idare etmeye çalışan kadroların milli ve manevi değerlere sahip olan veya olmaya çalışan kadrolardan müteşekkil oluşu, şüphesiz ki, “şöyle garip bencileyn” bu milletin dertlerini yüklenmeye çalışan insanları memnun etmiştir. Ancak   bunca yıl geçmesine rağmen millet ve devlet olarak hak ettiğimiz yere, “menzil-i maksud’a” ulaşamamamız, bizleri ziyadesiyle üzmüştür. Ama yine de hal-i hazırdaki ahval, hayal kırıklıkları yaşamak yerine, hayallerimizin boyutlarını gözden geçirmek gibi bir durumu ortaya çıkarmaktadır. Devlet ve millet olarak arzu ettiğimiz ideal konuma ve mevkilere henüz ulaşamamış olsak da, kimsenin bu milletin hayallerini yok etmeye, yıkmaya asla hakkı ve haddi yoktur. Hayallerimiz baki, gayret ve dualarımız ise daimdir. Vesselam.

                   

 PES EDECEK PES

Unutulmuş yurdumda Hak’tan gelen o nida,

Çıkmıyor ki kimseden ne bir ses, ne bir nefes,

Bir kalkıp haykırsan, silkinsen, özüne dönsen,

Tüm azılı kafirler pes edecekler pes!

 

Kapanırsa bilesin kapılardan birisi,

Bin kapı açılır, yalandır hep gerisi,

Hak yolunda kaim olsa insanı, cini, perisi,

Tüm azılı zalimler pes edecekler pes!

 

Kalkarsa Hak ile aramızdaki o perde,

Deva yağacak bütün gönüllerdeki derde,

Filistin, Mısır, Arakan, Çin ve her yerde,

Çağdaş firavunlar pes edecekler pes!

 

İslam GÜLİSTANLI  Kayseri-1999    

 

 

 

Yazarın Diğer Yazıları