Ülkemizde bir futbol takımı taraftarı olmayan insan sayısı oldukça azdır. Sağlık için spor bilinci tam oturmamış olsa da milletçe, özellikle futbolu takip ederiz. Hatta o derece takip edilir ki yoğunlukla futbolun tartışıldığı TV programları yapılır ve hatta yayın türü spor olan TV kanalları mevcuttur. Bu sayede sadece spor değil sporun magazinel yanı ve kulüplerin iç çalışmalarına da vakıf oluruz. Yapılan yorumları alır kendi kanaatlerimizle birleştirir tartışmalar yaparız. İzlemek değerlidir bu yüzden. Tribünde olmak, TV karşısına geçmek, gerçek sporun vitrin tarafında yer almak ve hatta TV karşısında birçok hayal ürününü izleyip zaman harcamak izlemeyi değerli bulduğumuz içindir.
Geçen günlerde TV’de haberlere bakarken dikkatimi çeken ve beni oldukça etkileyen bir haber üzerine, kendi kanaatlerimi de katarak, sizlerle bir konuyu tartışmak istiyorum; engelli bir genci dört üniversite öğrencisi darp etmiş. Toplu ulaşım aracında gerçekleşen bu olay vuku bulurken içerde bulunan diğer yolcular müdahale etmemiş sadece izlemişler. Yakalanan dört kişi ifade verirken, aslında işitme engelli olan ve kendi derdini ifade edemeyen bu kardeşimin hakkını aramasına yardımcı olacak şeyler söylemişler. “Çekil dedik çekilmedi.” “İşitme engelli olduğu alnında yazmıyor ki” “vurduklarımın çoğu boşa gitti zaten. Temas etmedi.”
Ne acı değil mi? Aslında daha acı bir durum var; bu tartaklanma olurken diğer yolcuların müdahale etmeyişi… Daha önce bir olayı gündeme getirmek maksadıyla, “cinsel paradoks” başlıklı bir yazı yazmıştım hatırlar mısınız bilmem. Bu yazıdaki hikayemizde gerçek ve acı bir hikayeydi. Kezban adında bir zihinsel engelliye tecavüz eden köylülerin ve bu durumu bilip de müdahale etmeyen aynı köyün insanlarının hikayesi.
Velhasıl kelam biz izlemeyi severiz. Olay ne olur sa olsun. Önce izler sonra bize göre bir şey yoksa sadece izlemekle kalırız. Horoz dövüştürür, izleriz; atları parkura çıkartır, çatlayasıya kadar koşturur, izleriz; spor yapmayız pek ama, iyi spor izleriz; engellilere tecavüz edilir, izleriz; engelli dövülür, izleriz; izleyecek hiçbir şey bulamazsak, TV’ye orada da bir şey beğenmezsek Youtube’a başvururuz ve sonunda, kaynağı insan olan ama gerçekliği şüpheli bir çok hikayenin müdavimi olur sanal dünyada kayboluruz. Nihayet zihinsel idrak kanallarımızı bozan bu dünyadan gerçek olaylara karşı kayıtsız bir doymuşlukla duyarsızlaşırız. Şimdi anlıyorum atalarımın bu dünyaya neden yalan dediğini. El yalana dokuna bilir. Burun aldatılabilir kulak da yanılabilir. Fakat göz, o gerçeği görmeye, gerçekle ilişki kurmaya en yakın organdır. Gerçeklikle gözümüz arasına bir perde çekmişiz, kendimizi sanal bir vitrine hapsedip, her şeyi film gibi izlemeye başlamışız. Git gide artan kalabalıklar arasında, kendimize yabancılaşıp yalnızlaşmışız. İletişim araçlarını post cahil bir tutumla kullanmaya başlayıp, iyi bir izleyici olmuş çıkmışız.
Yakın zamanda yine TV’de izlediğim bir haber üzerine, artık kesin kanaat getiriyorum ki daha çok yolumuz var. Dilek Özçelik’i izledim. Vefat etmiş. Eski bakan Erdoğan Bayraktar’a ne diyordu; “Ben dilenci değilim. İnsanlık konusunda bir kez daha hayal kırıklığına uğradım. Görüyorum ki çaresizliği hiç tatmamışsınız hayatınızda..” Dilek bakana hastalığıyla ilgili çaresizliği anlatıyor ve ilaçlarının yurt dışından oldukça yüksek bir tutarla alınabildiğini anlatıyor. Bakan bunun üzerine cebinden para çıkartıp Dilek’e veriyor. Bu olaydan sonra camiye giren bakanın çıkışını bekliyor Dilek. Niye? Çünkü bakanın para vermesini değil bu soruna hükümet olarak bir çözüm üretilmesini isteyecekti de ondan. Karşılık olarak para verilmiş olması. “Ben kime neyi anlatıyorum” dedirtmiş olmalı ki o an bir şey söyleyemiyor. Cebine sıkıştırılan parayla gururu inciniyor ve o an söyleyemediklerini söylemek için çıkışı bekliyor. Bakanı görünce de yukarıda yazdığım, o yürek sızlatan ve bir o kadar da akıllara hitap eden o sözler dökülüyor ağzından. Parayı iade eden Dilek konuşurken bakan lafa girmeye çalışıp “-daha ne yapabilirim ki ben bilmiyorum yavrum.” Diyor. Sana oraya ne yapabileceğin hakkında fikir de verecekti temiz yürekli Dilek. Keşke dinleseydin. Keşke duygusal zekanı kullanabilseydin. Dilek öldü. Belki de yardım edildi. Ama Dilek gibi nice kanser hastası var ve ilaç politikası yüzünden acı çekiyorlar. Dilek öldü. Kimse ayağa kalkmadı. İşte bu vitrin öyle bir vitrin ki içindeki kapital koltukta kendimizi rahat ve huzurlu sanıyoruz. Bu koltuk öyle bir koltuk ki siz konforundan sallanıyor zannediyorsunuz ama o bir ayağı eksik olduğu için sallanıyor. İşte o ayak adalettir. Bir ayak eksik olurda sallanırsa bilin ki başka bir ayaktan destek alıp sallanıyordur ve destek olan ayak da diğer ayaklara göre daha fazla yük bindiği için kısa zamanda kırılacaktır. İşte o da toplumsal güvendir. Kimseye güvenmeyen insan kendine de güvenmiyor ve hiçbir konuya karşı duyarlılık geliştiremiyor. Kimseye güvenmeyen insan en sonunda kapitalizmin oyuncaklarına güvenip kendini yalnızlaştırıyor. Facebook ve benzeri arkadaşlar edinip denetimsiz, kontrolsüz ve adil olmayan bir dünyada tutsak olarak yaşıyor. O dünyada sanal bir tribün içinde hapis olmuşsa da huzurlu. Çünkü her şeye rağmen izlemek güzeldir.
Gerçeklerin acı vermediği bir memleket hayali ile…