Ünal TAYFUR

İklim anlaşmasında bir değerlendirme

Ünal TAYFUR

Türkiye’nin Paris İklim Anlaşması’nı 2021’de onaylaması, yalnızca bir diplomatik imza değil, aynı zamanda geleceğe dair bir yön tayiniydi. 1990’dan 2020’ye kadar sera gazı emisyonlarını yaklaşık üç kat artırmış bir ülke olarak, bu anlaşma Türkiye’ye hem sorumluluk hem de fırsat yükledi. Enerji sektörünün hâlâ en büyük payı oluşturduğu bu tabloda, yenilenebilir kaynakların toplam kurulu gücün yüzde 54’üne ulaşması, dönüşümün mümkün olduğunu gösteren güçlü bir işaret.  

Ancak bu dönüşümün kolay olmayacağı da ortada. Kömür ve doğal gaz hâlâ elektrik üretiminde belirleyici rol oynuyor. Çimento ve demir-çelik gibi karbon yoğun sektörler, Paris Anlaşması’nın ardından yeni teknolojilere uyum sağlamak zorunda. Bu uyum, yüksek maliyetler ve iş gücü dönüşümü anlamına geliyor. Bir yandan da Türkiye, anlaşma sayesinde uluslararası iklim fonlarına erişim imkânı buluyor; bu da yeşil yatırımlar için yeni kapılar açıyor.  

Paris Anlaşması’nın Türkiye’ye getirdikleri ile götürdükleri arasında bir denge arayışı var. Bir tarafta hava kirliliğinin azalması, toplum sağlığında iyileşme ve küresel iklim diplomasisinde yükselen bir rol; diğer tarafta ise ekonomik maliyetler, sanayiye yüklenen yeni sorumluluklar ve enerji bağımsızlığı tartışmaları. 2053 için ilan edilen net sıfır emisyon hedefi, bu dengeyi uzun vadede Türkiye’nin lehine çevirebilir. Fakat bugünden bakıldığında, bu hedefin yalnızca teknik bir dönüşüm değil, aynı zamanda toplumsal bir irade meselesi olduğu görülüyor.  

Türkiye’nin iklim yolculuğu, rakamların ötesinde bir hikâye anlatıyor: artan emisyonların, yükselen yenilenebilir kapasitenin, uluslararası fonların ve ekonomik kaygıların iç içe geçtiği bir hikâye. Paris Anlaşması, bu hikâyeyi küresel bir bağlama oturtuyor. Türkiye’nin önünde artık tek bir soru var: bu dönüşümü bir yük olarak mı göreceğiz, yoksa gelecek kuşaklara bırakılacak bir miras olarak mı?

Yazarın Diğer Yazıları