
Müslüman Aklını Kurmak
Ensar ŞAHİN
Son yıllarda dünyada yaşanan ve özellikle Müslümanlara yönelik savaşlar, cinayetler, tecavüzler, işkenceler, soykırımlar gösteriyor ki ortak bir Müslüman aklını kurmaya acilen ihtiyaç var. “Ey Müminler! Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın; bölünüp parçalanmayın…” (Ali İmran,103). Ayetine göre, niyeti halis olan muvahhid Müslüman toplumların birlik olmaları ve ortak akılla hareket etmeleri zorunluluktur. Aksi halde, halkı Müslüman olan devletler uzun yıllar yaşadıkları bu felaketlerden kurtulamazlar.
“Müslüman Aklını Kurmak”, ilahiyatçı Prof. Dr. Mustafa Tekin’in Milat gazetesinde yayımlanan makalelerinden oluşan bir kitabıdır. Bu kitabı okuyup tahlil edenler ve dinleyen seyirciler tarafından kabul görüp gönülden sevildiği için, ben de köşe yazımda bu kitaptan okuyucularımın da istifade etmelerini istedim.
Kitabın yazılmasına sebep olarak yazar Mustafa Tekin şunları söyler:
Ortadoğu’dan dünyanın farklı ülkelerine doğru yayılan Müslüman nüfus ve coğrafya, henüz söylem ve iddialarının somut karşılığını oluşturabilmiş değildir. Müslüman toplumların Batı ile karşılaşmasından itibaren bugüne kadar yaşanan gelişmeler, İslam dünyasının her bakımdan yetersizliğini ortaya çıkarmıştır. “İslam dünyası”nın varlığı bile tartışmalıdır.
Dinlerin Devri Bitti mi?
Bilim çok önemli mesafeler kat etti. Yalnız insanoğlunun bildiği alanlar arttıkça, bilinemeyenler de aynı oranda arttı. Bu durum, insanın güvenlik ihtiyacı olarak Tanrı’ya (Allah’a) olan ihtiyacını azalttı mı?
Ateizm, varlığın temelini maddeye dayandırarak “Tanrı’nın yokluğu” üzerinden bir din inşa eder ve dünyaya karşı tavır alır.
Modern düşünce, bütün gayretini dine ve Tanrı’ya ihtiyaç duymadan dünyayı inşa etmeye çalıştı. Modern Batı, önce 30 ve 100 yıl süren din ve mezhep savaşlarını sonlandırmak istedi. Bunun için de yeni bir siyaset felsefesi inşa etmiştir.
Modernitenin insanın nereden geldiği ve nereye gittiği konusunda insanlığa sunacağı bir hikayesi yoktur. Dünyada niçin yaşandığına dair bir anlam da üretemiyor. “Dünyada niçin yaşandığı” sorusu cevaplanmadığı sürece insanın krizi devam edecektir. Bugün, tüm dünyada insan krizinin nirengi noktası da burasıdır.
Özellikle ölümden sonrası için ideolojilerin anlamlı bir cevabı yoktur. Modernizm, Tanrı’yı reddetme değil, tanrısız bir dünya inşa etme teşebbüsüdür, projesidir.
Durkheim, kendisi bir ateist olmasına rağmen dinin dayanışma konusundaki yüksek işlevselliğini görebilmiştir. Bugüne kadar insanlığın geldiği nokta bize göstermiştir ki, insanın dünya hayatına yetecek Allah (Tanrı) gibi bir merhameti yoktur.
Kötülük Problemi
Kötülük problemi, binlerce yıllar din felsefesinin hâlâ devan eden tartışmalarından birisidir.
Dünyada niçin bu kadar kötülük olmaktadır?
Tanrı, bu kadar kötülüğün olmasına niçin izin vermektedir?
Tanrı’nın nu kadar kötülüğe engel olmasına gücü yetmiyor mu?
Benzer sorularla gençler, Tanrı ile kötülük arasında pozitif bir ilinti kurmaktadır. Bu sorular şu varsayımlarda beslenmektedir. Birincisi, Tanrı’nın dünyada insan gibi bir aktör olduğu varsayılmaktadır. İkincisi, dünyada olan bitenden daha çok insanı değil Tanrı’yı sorumlu tutmaktadır.
İnsan, ilk atası Hz. Adem (as) cennetten yeryüzüne gönderildikten sonra, mükafatı kazanmak üzere dünyada sınavda bulunmaktadır. Tüm yaşadıkları da bu sınavın bir parçasıdır. Tanrı, kötülüklerin olmasına müdahale etmemektedir. Çünkü Tanrı, insanın üzerinde kötülük yapınca sopa atacak bir görevli değildir, fakat bu Tanrı’nın kötülükleri onayladığı anlamına gelmez. Çünkü kutsal kitaplar (Tevrat, Zebur, İncil, Kur’an-ı Kerim) iyiliği emreden, kötülüğü nehyeden ibarelerle doludur.
Allah, ilk insanla beraber tabiatı bize devretmiş ve emanet etmiştir. Ancak hırsı ve açgözlülüğü yüzünden insan bu emaneti aralarında adaletle paylaşamadı. İnsanların kimi açlıkla mücadele ederken kimi de obezite sorunu yaşamaktadır. Hırs yüzünden sömürü yapan insanların ortaya çıkardığı kötülüklerden niçin Tanrı sorumlu olsun ki?
Son zamanlarda yaşanan sürecin de etkisiyle “Din ve Bilim” arasında rekabeti öne çıkaran söylemler geliştirildi: “Kim kazanacak?”
İbn Rüşd, din ile felsefenin aynı kaynaktan beslenen süt kardeş olduğunu söylemiştir.
Küresel Sistemde Tüketmek
Kenar mahallelerden şehrin merkezine gidecek olana “Bize şehir ekmeği getir” diye diye siparişte bulunarak insanları beyaz ekmeğe alıştırdılar. Beyaz ekmek, bir örnek olarak verilmiştir. Ancak modernizm, bu değişimleri toplumlarda “hayat tarzını ve dünyaya bakışı” farklılaştıracak kadar dönüştürmüştür.
Problem olan nokta ise, bu yeni hayat tarzının bize getirdiği alışkanlıkların tamamen tüketime dayanmasıdır. Bugün Müslümanlar başta olmak üzere bir çok toplum yeterince tüketememekten şikayetçi. Alışverişe gidip dönerken, çoğunlukla satın aldıklarınız için mutlu olmazsınız, daha çok satın alamadıklarınız için mutsuz olursunuz.
Dinler, peygamberlerin şahsında mütevazı bir hayatı öğütler ve bunun örnekliğini gösterirler. Peygamberlerin hayatı, Müslümanlara bile “esatir-i evvelin (mitoloji)” türünden gelmektedir. Yaşadığımız dünya ölçeğindeki sorunlara çözüm nedir? diye soracak olursanız, “İlk önce, bize önerilen hayat tarzını sorgulamaktan geçer” derim.
İslam dinini Hz. Adem’den başlayan bir geleneğin adı olarak okursak, İslam ve diğer dinlerin en önemli öğüdünün şu noktalarda belirginlik kazandığını göreceksiniz.
Birincisi, az yemek ve az içmekten kurulu bir hayat.
İkincisi, insanın kendisini arındırması.
Üçüncüsü, bu dünyada bir misafir gibi yaşaması.
İçinde yaşadığımız dünya, gücün tasallutu altında insanın metalaştığı bir dünyadır.
Bugün bize “Özgürsün!” diyerek market raflarını gösterenler, illüzyonlarının faş olmasından, ortaya çıkmasından korkuyorlar.
Yaşanan hayat, insana öyle bir vitrin sunmaktadır ki insan metalaştıkça özgür olduğunu sanmakta; faniliğine bakmadan teknolojiye güvenerek Allah’a meydan okumaktadır.
“Hiçbir isteğini erteleme” mottosunun özgürlüğü mü yoksa köleliği mi getirdiği iyi düşünülmelidir. Fakat özgürlük olarak sunulan köleliğin vitrini çok caziptir.
Oruç Özgürlük Temrinidir
Müslümanlar hayatlarını ve İslami anlayışlarını kapitalizmle uyumlulaştırdılar. Tüketimi iki şekilde Müslümanların hayatına soktular. Birincisi, reklamlarla tüketimi güzelleme. İkincisi, kredilerle geniş kitleleri borçlandırmak suretiyle tüketime bağlamak.
Özgürlük, kişinin nefsine bağımlılıktan kurtulması, siyasi, ekonomik, sosyal tüm bağımlılaştırıcı unsurlar karşısında bağımlılığını elde edebilmesidir. Bu bağlamda bir Mümin, ramazan ayında oruç tutarak özgürleşme temrinleri yapar.
Oruç, formel bir açlığın ötesinde başta nefsi olmak üzere kendini köleleştirmek isteyen ögelere, tüketime, insanlar arası adaletsizliğe razı olmadığını göstermesidir. Aksi halde, orucun kendisi tüketimi ve bağımlılığı pekiştiren bir öğeye dönüşebilir. Halbuki Ramazan’da beklenen şey değişimdir.
Erzak, “rızık” kelimesinin çoğulu olup metafizik çağrışımları kuvvetli olan bir kelimedir. Kullanıldığı andan itibaren “rızık”tan Allah’ın bir ismi olan “Rezzak”a doğru zihinde bir seyahat gerçekleşir. Osmanlı’dan başlayarak bugüne gelinceye kadar bu tür kayıpların adım adım gerçekleştiğini görürsünüz. Mesela o dönemde yazılan kitapları günümüz gençliğinin anlaması oldukça zordur.
Allah varsa Ümit de var
Kant’ın Tanrı’yı dışarıda bırakarak inşa ettiği düşünce sistemi karşısında Rorty, “Niçin kötü olmayayım?” diye soruyordu. “Ölüm” sorusunun içinden çıkamayan ve varoluşsal sorunlarla boğuşan Heidegger’in, insanlığın tüm sahip olduğu imkânlarını zorladıktan ve yorgun düştükten sonra “Bizi ancak Allah kurtarabilir” demesi çok anlamlıdır.
Peygamberlerin ilk yaptıkları şeyin “anlam” vermek ve insanı kula köle olmaktan kurtarmak olduğunu bilmeliyiz.
İslami Söylem Fark Yaratabildi mi?
1980’li yıllarda Müslümanlar arasında “Televizyon almak, seyretmek caiz mi?” tartışmaları vardı. Daha sonra mütevazı bir şekilde peygamberane yaşamda “Koltuklara oturmak” nerede duruyordu? Zamanla kapitalizm hepimizi bir şeye benzetti. Peki, 2020’li yıllarda toplumdaki bütün aktörleri ve bileşenleri ile İslami söylem bir fark yaratabildi mi? cevabı; maalesef ki hayır!
İslami söylem, “Dünya için bu örnek ve kurtarıcı olabilir” düşüncesini uyandırdı mı? İslami söylemde insan ne kadar önem taşıyor? Cevap olarak İslami söylem, diğer ideoloji ve görüşlere şu şarkı sözünü söyleyemedi: “Benimle senin aranda kocaman bir fark var.”
Türkiye’de entelektüel anlamda herhangi bir düşünce, ideoloji ve dünya görüşünün bize ümit veren bir entelektüel açılımından maalesef söz edemiyoruz. Çünkü ortada sadece birbirini kötüleyen negatif bir dil var. Bu ise, Türkiye’ye kaybettirmeye devam ediyor.
Sol’dan Ne Haber?
Yurt dışında Marksistlerin ciddi bir literatürü ve itirazları vardır. Fakat bizim solcularımız tercüme ettikleri kitapların içeriğini ve karşılığını Türkiye’de ararken, bu topraklara yabancı emanet fikirlerle içeriye hava atan bir pozisyonda olmuşlardır.
Bugün sol partiler ne kadar işçi ve alt sınıfların partisi olabilmişlerdir? Sol düşünceden henüz memleket için bir şey olmadı fakat İslamcılık da bir şey önermedi.
Türkiye’nin birçok alanda olduğu gibi entelektüel düzlemde de eleştiride kaliteye ihtiyacı vardır. Bu bağlamda öncelikle çok geniş entelektüel bir düzlemde sol ve İslamcılık eleştirilerinin yapılması gerekmektedir.
Sol niye güçlenmiyor? Sorusuna verilebilecek ilk cevap, geniş kitlelerde “sol ile temel değerler” arasında hâlâ önemli bir mesafenin olduğu fikridir.
Müslüman bir dünya görüşüne sahip olan bütün aydın, entelektüel, âlim vb. kim varsa onlar İslamcılığın hesabını vermekle mükelleftir. İslamcılık, Osmanlı’nın son dönemlerinden itibaren modernitenin iddiaları karşısında İslam ile bir irtibat kurma biçimidir. İslam’ın dünyada var ve iddiaları olduğunu belirtmenin adı olarak ortaya çıkmıştır. Her İslamcı Müslümandır ama her Müslüman, İslamcı değildir.