İhsan ÖZKAN

Etno-Seküler Türkçülük

İhsan ÖZKAN

Cumhuriyet Elitlerinin Müthiş İcadı: Etno-Seküler Türkçülük

Osmanlı imparatorluğunun yıkılması, savaşlar, yenilgiler, entrikalar, fırsatçılıklar toplumun bir düşünce etrafında toplanmasını imkansız hale getirdi.  Osmanlının son dönemlerinde Avrupalıların Anadolu’yu sömürme planları batıcılığı, Arnavut-Arap gibi İslam milletlerinin Osmanlıya başkaldırması İslamcılığı, Türk dünyasının da bir araya gelememesi Türkçülüğü sekteye uğrattı. Osmanlı yıkılırken bu üç siyasi akımında başarısız olması yeni cumhuriyetin elitlerini, yeni bir formül, yeni bir siyaset arayışı içerisine girmesine sebep oldu. 

Aranan kan seküler ve etnik Türkçülükte bulundu. Bu Türkçülük akımının yaşayabilmesi için Osmanlı ve İslam’la olan bağın koparılması gerekiyordu. Peyami Safa’ya göre Atatürk’ün öncülüğünde gerçekleştirilen Türk inkılabı, nihai adımı atmış ve Türk tarihinin en büyük ameliyatını yapmıştır. 

Türkçü ve Batıcı akımların temel sorunu, hala Osmanlı toplumsal muhayyilesine dayanması ve bu yüzden yeni bir sayfa açma cesaretini gösterememesiydi. Kemalist devrimlerin farkı, "Osmanlının temsil ettiği temel atıf çerçevesinin tamamen devre dışı bırakılması ve yerine Türkçü-medeniyetçi bir doktrin koymasıydı: "Osmanlı Türkçülüğünü de, Osmanlı Garpçılığını da kangren olmuş taraflarını kesip atmak şartıyla yaşatmak kabildi. Bu kangren olmuş taraf, her ikisinin de Osmanlılık sıfatıdır. Atatürk bu büyük ameliyatı yaptı." (Peyami Safa, Türk İnkılabına Bakışlar, s.53.)

Bu "ameliyat” la beraber, Osmanlı-Türk modernleşmesinin yarım kalan projeleri bir kenara bırakılmış ve total bir ulus-medeniyet sıçraması hedeflenmiştir. Safa'nın ifadesiyle Atatürk'ten önceki bütün modernleşme ve yeniden millet olma teşebbüsleri, zihinleri bölünmüş "yarım adamların yarım adımlarıydı": "Atatürk'ten evvel, Tanzimat ve Meşrutiyet gibi bütün inkılap hareketleri yarım adamların yarım adımlarıydı. Milletin başına bütün belaları üşüştüren bu yarımlıktı; Türk bünyesini hem şark hem garp, hem din ve milliyet arasında yarımşar ve sakat iki parçaya bölüyordu. Bu noktada Türk milletinin total(ist) bir karar vermesi gerekiyordu: Ya kolektif hafızayı, geleneği ve Osmanlı kozmopolitizmini muhafaza etmek adına yarım yamalak modernleşme-milletleşme projeleriyle debelenmeye devam edecek, ya da radikal bir kopuşla kendini tarih içinde yeni bir millet olarak konumlandıracaktı. "Türk İnkılabı" işte bu radikal kopuş kararının neticesinde ortaya çıkan bir siyasi projedir.’’ (Peyami Safa, Türk İnkılabına Bakışlar, s.55.)
Yeni cumhuriyet döneminde Osmanlı ve İslam’dan radikal kopuş, Ziya Gökalp’in ‘’Müslüman, Türk, Modern’’ terkibinin hayatiyet bulamayacağının göstergesiydi. Çünkü Müslüman olmak, etnisite olarak seküler-Türklüğü çağrıştırmıyordu. Müslüman kimliğin ümmetçi yapısı diğer İslam milletlerine üstünlüğü sağlayamayacağından kullanılabilir değildi. Ayrıca Müslüman kimlik, laikliğe, sekülerizme, modernliğe engel teşkil ediyordu. Bir taraftan da demokrat olmak, Cumhuriyet elitlerinin işine gelmiyordu. Çünkü demokrasi görünüşte de olsa katılımı, anayasal eşitliği, hukukun üstünlüğünü, azınlıkların haklarının korunmasını gerektiriyordu. Kemalist elitlerin akıllarına çok da  parlak olmayan bir fikir geldi. Müslümanlığı, Türklüğü, Medeniyeti, Pozitivizmi yeniden tanımlayacaklar, bu tanıma uymayanlar bertaraf edilecekti. Bu yüzden Cumhuriyet Elitleri  Kürtlerle, Alevilerle, Sünni Tarikat mensuplarıyla, Ermenilerle ve Rumlarla bir çok sorun yaşadılar. Bu sorunun asıl sebebi, Etno-Seküler Türklerin peydahladığı medeniyet kavramına uymadıklarını söylemeleridir. 

Fakat Kemalist kadroların ısrarla istediği Medeniyetçi-Türkçü sentezin yaşama imkanının olmadığı kısa sürede görüldü. Çünkü ne kendi elitleri dışında seküler ve modernist bir kitle vardı ne de istedikleri Türk tanımına uyan bir halk. Ayrıca Cumhuriyetin kadrolarında yeni bir siyasi proje üretecek entelektüel birikimi olan kimsede yoktu. Zaten Anadolu halkının inancı, gelenekleri, toplumsal muhafazası, Cumhuriyet elitlerinin soyunduğu toplum mühendisliğine imkan tanımadı. Eğer bu elitlerin arasında gerçekten kafası çalışan biri olsaydı, toplumun değişim yasalarını bilirdi. Bir toplumu zorbalıkla, baskıyla, ölüm tehditleriyle, idamlarla siz istediniz diye değiştiremezsiniz. Hele hele inancına saldırarak hiç değiştiremezsiniz. 

Cumhuriyetin kadroları yeni bir millet yaratmak için her türlü imkanı seferber ettiler. Devletin bütün imkanlarını kullandılar. Gelenek, görenek, kültür ve değerleri sıfırlayıp yeniden icat etmeye kalktılar. Alfabeyi yenilersek daha batılı olur ve İslam’dan uzaklaşılır diye düşündüler. Şapka kanunu getirerek Batılılaşacağımızı düşündüler. Türk halk müziğini yasaklarlarsa modernleşeceğimizi düşündüler. 

Daha sonra milletten bir ulus yaratmak istediler. Bu zamanla ulus devlete dönüştü. Devlet, milleti değiştirmeyi ve yeni bir ulus yaratmayı birincil vazifesi olarak gördü. Modern ulus devlet kurabilmek için Ernest Gellner’i kılavuzları olarak gördüler. Ernest Gellner Uluslar ve Ulusçuluk kitabında ulus devlet ile ilgili şunları söyler: ‘’Milletler kendi ulus devletlerini kurarak bağımsızlıklarını garanti altına almamışlardır. Tersine, önce ulus devletler kurulmuş, daha sonra bu devlete uygun milletler/uluslar icat edilmiştir. Türk ulus devlet projesi bu yüzden özünde bir ‘’devlet ulus’’ projesi olarak ortaya çıkmıştır.’’      

‘’Devlet-ulus’’ projesini halka dayatmak, devlet ile millet, yöneten ile yönetilen arasında derin uçurumlara sebep oldu. Devlet gücüyle yapılan halkı zorla modernleştirmeye çalışılan proje, derin bir yabancılaşmaya sebep olmuştur. Bu anlayışa uymayan Anadolu insanı bu tek-tipleştirme projesine daima mesafeli durmuştur. Hatta bazı dönemlerde aktif ve pasif direnişte göstermişlerdir. Böyle durumlarda ‘’devlet-ulus’’ güç kullanmaktan kaçınmamış şapka yada sakal yüzünden bir çok insanı idam etmiştir. 

Yeni ve genç Türkiye Cumhuriyeti, Batı ile tam entegrasyonu ancak aydınlar ve elitler aracılığıyla, aristokratik kültür formlarıyla gerçekleştirmeye karar verdi. Bugünkü CHP elitleri de o günkü elitlerin mirasçısı olarak görür kendini. Ancak ne var ki İktidarın gücünü elinde tutamayıp, eskiden olduğu gibi halkı aşağılayamadıklarından ve ezemediklerinden içlerinde müthiş bir öfke ve kin biriktirmişlerdir. Halk onlar için Vulgar’dır. (Basit, bayağı, kaba) 1950 yılında İstanbul valisi olan Fahrettin Kerim Gökay şöyle bir açıklama yapıyor: ‘’ Halk sahillere akın etti, vatandaş denize giremedi.’’

Onların gözünde halk, Cumhuriyet elitlerinin otoritesini kabul etmesi gereken zavallı, cahiller topluluğudur. Vatandaş ise Kemalizm’i benimsemiş, CHP’yi destekleyen, balolara katılan, batı müziği dinleyen, piyano çalan üst kesim insanlardır.  


 

Yazarın Diğer Yazıları