İşe önce İşrak kelimesinin İslam Literatüründe ne anlama geldiğiyle başlayalım. Şark kökünden türetilen işrâk kelimesi sözlükte “güneşin doğuşu sırasındaki ışıma, aydınlanma, parlama, tan ağarışı” gibi anlamlara gelir. Aynı kökten türeyen meşriḳ ise coğrafya olarak doğuyu ifade eder. Terim anlamında işrak, epistemolojik (bilgi bilimi) açıdan akıl yürütmeye veya bir bilgi vasıtasına gerek kalmadan bilginin doğrudan içe doğması, iç aydınlanma, keşf ve zevke (mânevî tecrübe) dayanan bilgi için kullanılır. Ontolojik açıdan işrak, aklî nurların tecellisi sonucunda varlığın zuhur edip gerçeklik kazanmasıdır. Aynı zamanda işrak, arınan insan nefsinin ilâhî nurların tecellisiyle aydınlanıp kemale ermesi şeklinde ahlâkî anlamda da kullanılır. İşrak ayrıca, güneşin doğudan yükselerek her şeyi aydınlatması olgusundan hareketle coğrafî anlamda ışığın ve aydınlanmanın ana yurdunun Doğu hikmeti olduğunu sembolize eder. “Işık doğudan yükselir” özdeyişi buradan gelmektedir. İşrâkıyye terimi, İslâm düşünce tarihinde bilginin kaynağı olarak akıl yürütmeyi (istidlâl) temel alan rasyonalist Meşşâî felsefeye karşı mistik tecrübe ve sezgiye (keşf, zevk, hads) dayanan teozofik (Tanrı ve fizik kelimeleri birleştirilerek üretilen kavram) düşünce sisteminin adıdır. İşrâkıyyûn da bu düşünceyi izleyenlerin oluşturduğu akımı ifade etmektedir.
Toplumsal Tahayyül, bir toplumun ürettiği en soyut şeylerden en somut tutum ve davranışlara kadar bütün ahlaki ilkeleri belirleyen düşünce, eylem ve hislerin bütününü ifade eder. Örneğin ülkemiz insanlara yardım konusunda dünyada birinci sıradadır. İngiltere merkezli "Development Initiatives" kuruluşu tarafından hazırlanan Küresel İnsani Yardım 2022 Raporu'na göre, ABD, 9 milyar 768 milyon dolar insani yardım sağlayarak, miktar bazında listenin başında yer alırken, Türkiye ise ikinci sırada yer aldı. Ancak Türkiye, 5 milyar 587 milyon dolarla gayrisafi milli hasılasına oranla en çok insani yardım sağlayan ülke oldu. Bu da gösteriyor ki insani yardım konusu Toplumsal Muhayyilemize işlemiş.
Toplumsal Muhayyile, bir dünya görüşünün, varlık tasavvurunun ve medeniyet anlayışının ahlaki ve sanatsal tezahürlerini ifade eder. Bu tasavvur ve değerler bütünü, bireyin ve toplumun varlık karşısındaki duruşunu ve diğer insanlara karşı ahlaki sorumluluğunu ortaya koyar. Mesela bizim dünya görüşümüz tevhid ve adalet üzerine inşa edilir. Tevhid Allah ile ilişkimizi, adalet diğer varlıklarla ilişkimizi düzenler. Bu yüzden Müslümanların dünya görüşü bütünleştiricidir.
İslam düşünce geleneğinde insanın kemale ulaşması, kemal yolculuğuna çıkması salık verilir. Kemal yolunda olmanın en önemli göstergesi insanın hem cinsleriyle beraber bir arada ve beraber yaşaması olarak da gösterilmiştir. İnsanın ben olabilmesi için sen’e ihtiyaç vardır. Biz olabilmemiz için de siz’e ihtiyaç vardır. Siz dediğimiz karşıdaki topluluk, İslam geleneğinde ötekileştirilmez ve düşman olarak görülmez. Batı toplumlarında ise aynı binada oturduğunuz komşu bile size yabancıdır ve güvenilmemesi gerekir.
İslam siyaset felsefesinin en önemli kaynaklarından biri olan Farabi’nin Medinetü’l Fazıla ( Erdemli Şehir) kitabında insanların bir araya gelmesindeki en önemli sebebin birbirlerine olan ihtiyaçtan kaynaklandığını söyler ve birlikte olmak çıkar ilişkisi değil de iyilik temelli olursa bu topluluk erdemli bir topluluk olur, huzurlu ve mutlu olur demektedir. (Farabi, Kitabü’l Ârâ'i Ehli'l- Medineti'l-Fadıla, Neşir: Ali B Mülhem, Beyrut, Daru ve Mektebetü'I Hilal, 1994, s. 113.)
"Her insan kendini devam ettirmek için birçok şeye muhtaç olan bir yaratılışta varlığa gelmiştir. Onun bu şeylerin hepsini tek başına sağlaması mümkün değildir. Tersine bunun için o, her biri kendisinin özel bir ihtiyacını karşılayacak birçok insana muhtaçtır. Her insan bir başka insanla ilgili olarak aynı durumdadır.’’ (Farabi, Kitabü’l Ârâ'i Ehli'l- Medineti'l-Fadıla, Neşir: Ali B Mülhem, Beyrut, Daru ve Mektebetü'I Hilal, 1994, s. 112.)
Hayatımızı devam ettirmek için birbirimize muhtaç olduğumuza göre beraberliğimizi devam ettirmek için de birbirimize iyilik yapmaya, hoş görülü ve affedici olmaya ihtiyacımız var. Yaradılışımızın tabiatındaki kemale ulaşma ihtiyacını öncelikle bu şekilde giderebiliriz. İbn-i Tufeyl’in Hayy Bin Yekzan adlı dünyanın ilk romanı kabul edilen eserinde, insanın hem cinsleriyle beraber olduğu zaman beşeriyet düzeyinden insaniyet mertebesine çıkabileceği ve fıtratındaki kemale ulaşma isteğinin karşılanabileceğini söyler. Yalnızlık Allah’a aittir sözü O’nun mutlak tekliğinin, başkasına ihtiyacı olmadığının bir göstergesidir. Başkasına ihtiyacı olan insanlar ve diğer varlıklar bu yüzden acizdir.
İnsanı toplumsal bir varlık olarak tanımlamak, onun temel beşerî ihtiyaçlarının karşılanması ve fıtratındaki potansiyellerini gerçekleştirerek kemale ermesi demektir. Bu, insanoğlunun kelimenin tam manasıyla "akleden bir varlık" hâline gelmesi sürecini ifade eder. İnsanın aklederek kemale ermesi, bizi bireysel rasyonalizme götürmez. Zira insanın fıtratındaki yetkinliğe ulaşması, ancak başka insanlarla beraber yaşaması, hissetmesi, düşünmesi, eylemde bulunması ve etkileşime geçmesiyle mümkündür. İnsanın ulaşması gereken akli ve ahlaki hedefler açısından bakıldığında akletmenin toplumsal zemini, arızi ve ikincil değil asli bir nitelik arz eder. Zira akletmek ve erdemli bir hayat yaşamak, müşterek bir hayat alanı içinde akıl, irade ve özgürlük sahibi olmak demektir. Ayrıca İslam geleneğinde akletmek kalbi merkeze alarak yapılan bir eylemdir.
Bu manada bir arada yaşayan insanların paylaştığı hayat alanı, toplumsal muhayyilenin teorik ve pratik zeminini oluşturur. Bu manada "toplumsal muhayyile, sosyal dünyanın yaratıcı ve sembolik boyutudur. İnsanlar bu boyut sayesinde bir arada yaşama biçimlerini ve müşterek hayatlarını temsil etme şekillerini ortaya koyarlar. Toplumsal muhayyile, bir toplumun bütün olarak bir arada var olmasını sağlayan temel kabulleri ve davranış biçimlerini ifade eder. Toplumun tahayyüli inşası, düşünce ve davranış kalıplarının karşılıklı etkileşimiyle ortaya çıkan toplumsallaşma sürecine atıfta bulunur.
Özetleyecek olursak toplumsal muhayyile, bir topluluğun ben-tasavvurunu, toplum duygusunu, tarih algısını, kültür kodlarını ve değerler sistemini işaret eder. Bir tarafta "köklere yani tarihe ve geleneğe dayanan, öbür tarafta geleceğe dönük olan tahayyülümüz, kapalı bir sistem değildir ve doğal olarak gelişmeye ve tekâmüle açıktır. Nitekim gelenek (gelen-e-ek), geçmişin tekrar edilmesi değil, derin köklere sahip yaşayan bir organizmanın yeni ufuklara doğru yükselmesi ve hayatiyetini devam ettirmesidir.
Türkiye'nin yeni toplumsal muhayyilesi, değer-merkezli ve erdemli bir toplumun inşası için gerekli olan zemini ifade eder. Özgürlükten feragat etmeden "anlamlı" bir hayat yaşamak, modernitenin temel çıkmazlarından biridir ve bu ikilem, Türkiye'nin toplumsal ve ahlak tercihlerini kendi özgün şartlarında derinden etkilemeye devam etmektedir. Özgürlük ile anlam, seçme hürriyeti ile ilke, çoğulculuk ile düzen arasında denge kurabilen bir toplumsal muhayyile, bizi bu değerler arasında bir tercih yapma ikileminden kurtarır. Özgürlük, yenilik ve yaratıcılık adına geleneği, toplumu ve düzeni reddetmek bir seçenek olmaktan çıkar. Türk modernleşmesinin temel çıkmazı, ikilemler üretmesi ve bunların ürettiği krizlerden kurtulamaması olmuştur. Birey ile cemaati, din ile bilimi, özgürlük ile ahlakı, millet ile devleti, akıl ile tarihi, kimlik ile aidiyeti karşı karşıya getiren modernleşme tecrübemiz ortaya yarım kişilikler, karışık zihinler, daralmış vicdanlar ve neticede parçalanmış bir toplumsal ve tarih tasavvuru çıkarttı.
Bu ikilemleri aşmak ancak yeni bir toplumsal muhayyile inşa etmekle mümkün olacaktır. Sühreverdî'nin "İşrak olmadan idrak olmaz." ilkesi, Türkiye'nin kendini keşfetme sürecinde yeni bir aydınlanmaya ihtiyacı olduğunu çağrıştırmaktadır. Türk modernleşmesinin algı hataları, yanlış öncelikleri, korkuları, vehimleri, akıl tutulmaları ve travmaları ancak yeni bir "aydınlanma" ile aşılabilecek türdendir. Fakat bu aydınlanma, kendi özgün şartlarının ürettiği krizlerle boğuşmak zorunda kalan Avrupa Aydınlanması'ndan mahiyeti ve yöntemi itibariyle elbette farklı olacaktır.