
Unutulan Farz ve Şeytanın Ontolojisi
Nihat KURTOĞLU
“EMR-İ Bİ’L-MA’RUF NEHY-İ ANİ’L-MÜNKER”
(İYİLİĞİ EMRETMEK, KÖTÜLÜKTEN SAKINDIRMAK)
İnsanlığın başından günümüze kadar insanın varoluş mücadelesi sürdüğü gibi neden var olduğu ve yaratılış amacının ne olduğuna dair birçok ontolojik (Varlığı ve hayatı anlamlandırmaya çalışan felsefe) düşünceler ve buna bağlı ve devamı bir sonuç olarak birbirinden farklı, hatta tamamen zıt hayat tarzları hep var olagelmiştir.
İslam inancına göre Allah yeryüzünde bir halife (Allah adına yeryüzünde adaleti ve düzeni sağlayacak varlık) yaratacağını meleklerine ve iblise bildirdiğinde, onlar da doğal olarak Yüce Yaratan’ın böyle bir karara neden vardığını ve kendilerinin yeterli kulluk yapamadıklarından mı kaynaklandığını merak edip sordular. Allah da: “Sizin bilmediklerinizi en iyi ben bilirim” diyerek onların istediği tam cevabı vermemişti. Bunda bir hikmet olduğunu hissettirmişti. Yeni yaratılış kararı alınan ve adına insan denen bu varlığa saygı ve hürmette kusur etmemeleri emir ve tavsiye edilmişti.
İslami anlayışa göre bu ilk insanlar cennette bir müddet son derece rahat, huzurlu ve mutlu bir hayat yaşadıktan sonra, yasak ağacın meyvesini yemelerinden dolayı Allah’tan af dilemişler, bağışlanmışlar ancak yeniden cenneti kazanabilmeleri içi bir imtihandan geçmek üzere belli bir süre için Allah onları Dünya’ya göndermişti.
Elbette Dünya denilen bu yer Cennet gibi her şeyin mükemmel olduğu sayısız nimetlerin bulunduğu bir yer değildi. Orada birçok zorluklar, sıkıntılar, acılar ve ızdıraplar vardı.
Yeryüzüne indirilen insana bir de görev verilmişti. Halifelik; yani, Allah adına ve O’nun emriyle yeryüzünü daha yaşanır bir hale getirmek, düzenlemek ve bütün insanların ve hatta bitki ve hayvanların uyum içinde yaşayabilecekleri iyi, güzel ve adil bir mekân haline getirmek. Kur’an’a göre bu görev önce dağlara yüklenmek istenmişti ve dağlar bu görevi üstlenmek istememişti. Bu metaforik (mecazi) anlatım insana verilen bu görevin ne kadar zor olduğunu ifade eden bir Kur’an ifadesiydi. Bu görevi insanın yüklendiğini de bize Kur’an bildiriyor. Ancak bu kabulün ne zaman ve nerede gerçekleştiğine dair ilgili ve detaylı bir bilgi bulunmamaktadır.
Tabi ki Yaratıcı bu zor görevde insanı yalnız bırakmazdı ve bırakmadı da. İlk yaratılan Adem’i (as) soyuna peygamber olarak görevlendirdi. Peygamberlerin görevi, yaşadıkları bölgelerdeki insanları “Tek olan Allah’a kulluk yapmaları, O’ndan başka hiçbir şeye ilah muamelesi göstermemeleri ve tapmamaları, yani Allah’a şirk koşmamaları ve doğuştan sahip oldukları bütün insan, hayvan ve diğer varlıkların haklarını ihlal etmemeleri konusunda insanları uyarmak ve bu konuda ne gerekiyorsa onu yapmak idi. Öyle ki bu misyonu yüklenen ve elçilikle görevlendirilenlerin ortalama sayısı İslam literatüründe 120 bin veya 220 bin idi. İnsanlığın bilinen tarihi göz önüne alındığında bu sayının, yani peygamber sayısının hiç de az olmadığı, yani Yaratan’ın insanı yeryüzünde yalnız bırakmadığı kesinlikle ortaya çıkmaktadır.
Ancak bu kadar çok sayıda elçi gönderilmesine rağmen Dünya denen bu imtihanın diğer unsuru olan şeytan da boş duruyor değildi ya. O da insanın yaratılmasıyla Cennette ve diğer akıllı bilinçli varlıklar yani melekler arasında son derece kıyak bir yeri varken, tabiri caiz ise pabuç dama atılmış ve itibar kaybı yaşamıştı. Kendince intikam alabilmek için elinden geleni ardına koymamaya yemin etmiş ve zaman kaybetmeden işe koyulmuştu. İnsan nerede, şeytan oradaydı. Bunu kendisine bir misyon ve varlık amacı edinmişti. Yani bu şeytanın ontolojisi idi. Rivayete göre Hz. Muhammed’in bile peşinde bir şeytan vardı da efendimiz: “Benim şeytanım Müslüman oldu.” buyurmuştu. Ya diğer Müslümanların şeytanları ne durumdalar? Onları Allah resulü gibi Müslüman edebildik mi? Yoksa onlar bizi yoldan çıkarmada ne kadar başarılılar ve hangi aşamadalar? Hayatımıza namaz(ve diğer ibadetler) gibi bir virüs programı kurabildik mi? Hiç düşündük mü?
Tabi ki şeytanın en yakın arkadaşı, kankası ve de iş ortağı nefistir. Yani eğitilmemiş nefis. Bu yüzden malum klişe sözde olduğu gibi bu hususta da “Eğitim şart.” Aslında “her doğan çocuk İslam fıtratı üzerine doğar. Sonra onu anası, babası ve çevresi Yahudi, Hıristiyan veya Mecusi yapar.” Yani yaratılışta herhangi bir kusur veya asli suç yoktur. Bazı filozoflar da bunu “Tabula Rasa” (Boş kâğıt, levha) terimiyle ifade etmişlerdir. Hem bir imtihan, hem de paha biçilemez bir nimet olan insan, ihmale gelmeyecek kadar çok önemlidir. İhmal ettiğimiz her bir yönü ileride karşımıza tatsız bir imtihan olarak çıkma potansiyelini haizdir.
En kısa ifadeyle hakça bir eğitim verilmeyen çocuklar veya insanlar doğrudan şeytanın ve “Nefs-i Emmare’nin””(kötülüğü emreden nefis) hedef kitlesini oluştururlar. Evrenin en kıymetli yaratığını kendi haline bırakmak demek, onu şeytanın, şeytanlaşmış insanların ve bütün kötülük odaklarının kucaklarına atmak demektir. Bu ise insan için yapılabilecek en kötü iştir, zulümdür. Lokman (as) oğluna: “Yavrucuğum Allah’a şirk koşma! Şüphesiz ki şirk büyük bir zulümdür.” buyurmuştu. Zira bir olan Allah’a eş koşanın(müşrik) durumu, programı ve sistemi çökmüş bir bilgisayarın durumu gibidir. Onunla doğru dürüst bir işlem yapmak mümkün değildir. Hiçbir işlemin doğru bir sonucu bulunamayacaktır. Şirke düşmüş olan bir insanın beyni de çökmüş bir bilgisayar gibidir. O beynin sahibinden hiçbir iyilik ve doğruluk sadır olmayacak, bilakis tamamen kötülüklere odaklanacaktır.
Birçok açıdan muazzam bir ilerleme yakalamış bilgisayar ve bilişim çağında olan insan için olağan üstü tehlikeler de ortaya çıkmıştır. Şeytan ve şeytani odaklar asla yerinde saymamaktadır. Onlar da çağ atlamıştır. Bugün internet, sosyal mecralar ve birçok teknoloji platformları şeytanın ve ortaklarının cirit attığı ortamlar haline gelmiştir.
Ne yazık ki bizi biz yapan veya yapması beklenen maddi ve manevi bütün değerlere arkasını dönmüş olan ve adına “Z” kuşağı denen nev zuhur, ucube bir nesil orta yerde bulunmaktadır. Bunlar uzaylıların çocuğu değildir. Senin, benim yani hepimizin çocuğudur. Evet Kur’an’ın bu konuda da uyardığını “Şüphesiz ki mallarınız ve evlatlarınız çetin bir imtihan(unsuru)dır.” buyurduğunu hepimiz biliyoruz. Ancak İslam tarihinin hiçbir döneminde nesiller arasındaki değerler, anlayışlar, İslami paradigmalar bu denli ve hızlı farklılaşmamıştı. Tabir-i caiz ise, 23 yıllık “milliyetçi, mukaddesatçı” ve “dindar” diye bilinen ve nitelenen bir mantaliteye sahip kadrolar tarafından idare edilen bu yeni jenerasyon, ilginç ve bir o kadar da ucube nesil ile alakalı yeterli çalışmaları ne yazık ki göremedik ve göremiyoruz. Hemen her yerde ve zamanda karşımıza çıkmasına alıştığımız beka meselesi değil de nedir Allah aşkına! Geçmişteki birçok başarısıyla gurur duyduğumuz ecdadın torunları olan bizlerle gurur duyacak bir geleceğimiz olacak mı? diye bir endişemiz oldukça artmıştır.
Park ve bahçelerden geçerken karşılaştığı genel ahlaka aykırı fiil ve vaziyetleri görmemek için parklardan geçemez hale gelen hassas Müslümanları “Kimsenin hayat tarzına karışmadık ve karıştırmayacağız.” söylemleri oldukça derinden incitmiştir.
Konumuza Allah’ın resulünden bir hadisle noktayı koyalım. Bir gün Resulullah sahabesiyle sohbet ederken, söz geçmişte helak edilen kavimlere gelir. Sahabe sorar:
----“Ya Resulallah, helak edilen kavimler arasında hiç iyi insan yok muydu? Resulullah cevap verir:
----Evet vardı. Sahabe sorar: Öyleyse onlar neden helak edildiler? Resulullah cevap verdi:
----“Onlar da iyiliği emredip kötülükten sakındırmamışları.”
Ya Rab! İçimizdeki beyinsizler yüzünden bizi de helak eder misin? Senden yine sana sığınırız!