Okul aile birlikleri çocuklara uygun fiyata tost, simit, çay, ayran temini için çözümler aramalıdırlar.
Hükümet mi destek verir, belediye mi,, bilemem, ama 50 lira bile yetmiyorsa bir tost, ayrana, çok sakat bir durum bu!
*
Kendi yaşamından, doğrusu kendinden razı olmayanın, Allah'ın Rızasını umması, cennet beklentisi makul olmasa gerek diye düşünüyorum!
*
Kur'an, Tevrat, Zebur ve İncil gibi bir ilkeler kitabıdır. İlk insandan son insana kadar tüm insanları, Allah, iyi insan olmaya ve Kendinden gayrına bel bağlamamaya davet etmiştir. Haliyle, her Tebliğci Peygamber, kendi yaşadığı topluluk ve kültüre, bu mesajı, onların algılayabilecekleri, akledebilecekleri formatta yorumlayıp, örneklemiştir. Allah'ın Muradını kendi insanına anlatmadaki örneklikler değil, ilkeler asıl olandır.
*
Bu dini, faiz gelirinden ve siyasi güçten mahrum kalan Kureyş'in kodamanları, önce Kerbela'da aleyhisselam'ın can parçasını şehit ederek , ardından yahudilerden öğrendikleri ile, dinin içine hurafe yumurtlattırarak bozmuşlar ve bu uydurulmuş dine müntesip toplayarak intikamlarını almışlardır.
Öyle ki en temel özelliği tevhid olan ve şirkten sakınılması hususunu önceleyen Aleyhisselam'ın tebliğ ettiği bu dinde şeyhinin koyun cebinde Sırattan geçmeyi umangiller diye bir taife bile türetebilmişlerdir.
*
Kayseri İmam Hatip Lisesi 87-88 mezunu bir avukat olarak, dönemimizdeki kıymetli hocalarımızdan istifade ederek, okullarımızın var olma gayelerine uygun bir tedrisat ile milli bir şuura sahip olduk ki tüm Hocalarımızdan Allah razı olsun. Adaletten, hakkaniyetten gayrı bir davamız olmadı şükür. Hukuk eğitimim sonrası da bir avukat olarak, muktedir, haksızlık yapmasın diye gayret eden bir konum ile onurlandırıldım ki bu, en üstün payelerdendir itikadımca.
Vergi hukuku alanında çalışan bir avukat olarak işim haksızlıkla mücadele. Devletimin kasasına bir kuruş haksız para girmesin diye mesuliyetim nispetinde çalışıyorum ve evet bu hassasiyet özellikle bir İmam Hatipli olmamın icabıdır. Bunu talim ettiler bize İmam Hatip Lisesinde ve bununla yaşayıp, bununla ölmektir niyazım.
*
Duyargalarımızda sorun var. Hassas değiller. Eski lekeler, yıpranmışlıklar o kadar çok ki, duyarlılıkları neredeyse yok olmuş...
Eğer bir şey/biri bizim içinse/değilse ve biz o bir şeyle/biriyle iletişimimizden önce bunu hissedemiyorsun, sorunu anlayabiliriz. Hatta bir ’acaba’ da varsa, o biri, ya da bir şey ile ilgili sorun kronik bir dert halinde demektir.
Örneğin ilk bakışta aşk çok olağan olmalıydı insan için. Görür görmez ’işte bu’ demek, ya da. böyle bir donanımı var varlığımızın. Buna özgü hislerimizin canlılığı ile gerçekte yakalayamamanın arasındaki bocalama bizi kemiriyor ve yok ediyor.
O kadar yara bere alınmış ki, güven, doğrusu inanç, o kadar zaafa uğramış ki tamiratla uğraşmak bir ömre mal olabiliyor.
Ne yapmak lazım?
Geçmişi geleceğe taşıtmamak ve geleceğin üzerine kurgulu planları abartmamak... Beklentilerle değil, var olanla ilgilenmek... Duyargaları idmanla güçlendirmek...
Şöyle inanıyorum:
Selin, Kazım’ın dostu, Can’ın nefret ettiği, Selma’nın biriciği, Ayşe’nin bir halta yaramaz gördüğü ise; dört ayrı insana dört ayrı ve hatta zıt yüzü varsa Selin’in ve aslında bunların hiçbiri Selin’in dört dörtlük görüntüsü değilse, Selin bir başkaya daha başka bir şey, daha da farklı yansıyabiliyorsa; önce buradan başlamak lazım diye düşünüyorum. Damgalamamak ve gördüğü ile tanımlamamak... Duyargalar zayıf ve hasarlı ya, tutturamama ihtimali çok kuvvetli çünkü. ’Bir kişi bin sıfatla arz ı endam edebiliyorsa, onu bir sıfata yapıştırmak bizim görgümüzün zayıflığındandır’ı fark etmek...
Bunun birinci adımı önce kendisiyle barışması insanın. İyi kötü, doğru yanlışlarını kendileştirmesi... Biraz rahat olması ve akışına bırakması. Koklamak kısaca... Siparişle edindiği her şeyden sıyrılıp, dıpdızlak varlığı ile yüzleşmesi... Sanık hissetmemesi ve sonra yargıçlığı terk etmesi.
Oluyorsa oluyordur, olmuyorsa olmamanın yorganını yaktığımızda sonuçta kendi ardımız açıkta kalır, başka değil...