Murat SERİM

Oltu Taşını Sanata Dönüştüren Sadekâr

Murat SERİM

OLTU TAŞINI SANATA DÖNÜŞTÜREN SADEKÂR
Erzurum Taşhan’da (Rüstem Paşa Çarşısı) Sadekâr Sabahattin Beyit’le Oltu taşı üzerine söyleşimize devam ediyoruz. 

Oltu taşı gerçek değerini ne zaman bulmuştur?

En çok Cumhuriyet’ten sonra diyelim. Yani Kurtuluş Savaşı’ndan sonra biraz insanların artık çalışıp üretebilecekleri, savaşların bittiği, biraz huzurun olduğu diyelim bir dönem içerisinde bir ivme kazandı. En fazla da 1960 yıllarında falan turizmin Anadolu’da gelişmesiyle birlikte İstanbul’a gelen turist sayısı ve İstanbul’da onlara satacağımız ürünlerin azlığı hatta bir anı olarak paylaşayım.

Buyurun.

Babam kısa bir dönem Kuyumcular Odası Başkanlığına vekalet ediyor. 

Erzurum’da değil mi?

Erzurum’da. O dönemde İstanbul Belediyesi Kuyumcular Odasına bir yazı gönderiyor. Oradaki sanatkârlarımız burada çok iyi bir turizm geliri artık oluşmaya başladı. Avrupa’dan turistler geliyor ama alacak pek fazla bir şeyler bulamıyorlar. Beyazıt Meydanı’nda o metronun olduğu yeri tarif etmişti. Otobüslerin ve metrobüslerin durduğu, sahaflara girmeden Beyazıt Camisi’nin oradaki meydanda size yani ustalara dükkan verelim. Onlar mesleklerini, sanatlarını burada icra etsinler. Büyük bir ihtimalle işte Antep’in bakırcısına, Maraş’ın sedefçisine ya da başka bir yörenin başka sanat dallarına da ihtimalen böyle bir yazıyı onlara da belediye göndermiştir. Gelin, sanatınızı burada icra edin. Burada artık turizmle alakalı bir gelir var. Bundan istifade edin, anlamında bir yazı ama rahmetli diyordu ki: Hiç kimse gitmedi. 

Neden

Çünkü burada da işler iyi. 
Ne gerek var. Kazandığı parayı memlekete bırakacaksın. İstanbul’da da hayat şartları zor. 
Biz Erzurumlularda bir memleket sevdası var tabii. Bir de serhat şehri olması münasebetiyle biz, burayı kolay kolay bırakıp gitmiyorduk. Çünkü Anadolu’nun kapısı burası. Bizim şehrimizde, köyünde, kasabasında, merkezinde, ailesinde şehidi olmayan hemen hemen hiç kimse yoktur diyebiliriz. Çok savaş yaşadık. Ruslarla, Ermenilerle acı günler yaşandı ama buradan daha ileriye Erzurum’dan daha ileriye bir adım attırmadık biz onlara. Hep burada göğüsledik. O yüzden de pek bizim insanımız gönüllü olmasa da ama zorunlu olarak hep burada kaldı. Çoğunlukla kaldı. Tabii göç de verdik zaman zaman. 
Türkiye’nin her yerinde Erzurumlu var. 

Kayserimizde de bayağı Erzurumlu var. 

Memuriyetten dolayı olsun işte sanatını daha ileriye götürebilmek adına öyle böyle gidildi. O gitmelerin içerisinde bizim sektörden de çok insan gitti. Ciddi ve böyle reddemeyecekleri teklifler, meblağlar alınca büyük kuyumcu firmalarına iyi ustalarımız gittiler. İstanbul kuyumculuğunu da ileri götürdüler diye ben biliyorum ve öyle inanıyorum. 
O zaman şu anda kuyumculuk adına çalışan büyük firmalar Erzurumlu ustaları tercihen alıyorlar, çalıştırıyorlar değil mi? 

Evet, çoğusu şu anda mesela onların bir kısmı belki yaşlanmıştır, bırakmıştır ama yetiştirdikleri insanlar devam ediyorlar. Erzurum kuyumculuğunun önemli bir özelliği biz sadekâr deriz. Bizde branş yoktur. 

Ne dersiniz? 

Sadekâr. Biz öyle yetiştik. Çıraklarımızı da öyle yetiştirdik. Sadekâr ham maddeyi alır, onu ürün haline dönüştürünceye bitinceye kadar bütün her şeyini kendisi yapar. Yani mesela İstanbul’da kuyumculuk sektörü şu anda diğer sektörlerde öyle, konfeksiyonda öyle, mobilyası da öyle, branş vardır. Mesela ocakçı deriz bizim meslekte. Ocakçı; madeni eritir, altın ya da gümüş. Telci denilen atölye vardır, onlarda onları haddeyle tel haline dönüştürür ya da silindirle plaka hâline dönüştürür. Onun da işi odur. Sonra ona şekil verecek olan usta, döküm ya da el işi ne yapacaksa yapar, parlatmak için cilacıya gönderir. Ya da kaplama yapmak için yaldızcıya gönderir, onlar da ayrı bir branştır. Taşçı taşını mıhlama deriz. Taşçı da taşını mıhlar. Onlar da onu bilir, başka bir şey bilmez ama Erzurum’da yetişen kuyumcu ustaları madeni eritmesinden tutun, taşın işlenmesine kadar ürün bitinceye kadar bütün işlerini yapar, bitirir. Buna da sadekâr denir. Böyle bir eleman o büyük atölyenin her branşında çalışabildiği için tercihen talep görüyordu. Hâlâ görüyor. Ciddi tekliflerle giden ustalarımız oldu. 

O zaman siz de bu bahsettiğiniz sadekârın yaşayan ustalarından birisisiniz. İstanbul’dan veya büyük firmalardan size de bayağı teklif geldi mi? 

Geldi ama kabul etmedim.

Memleket sevgisinden öyle mi? 

Öyle yani. 

 Dükkanınız da hakikaten ismiyle müsemma çok güzel antika eserlerle dolu. Hem antika bir saat görüyorum karşımda hem de duvar saatlerini. Burası antika eşyalarla dolu. İçerisi tarih kokuyor. 

Teşekkür ederim. Bu da benim hobim. 

Evet, insanın böyle bir hobisi olması çok güzel. Bizi izleyenler veya gazetede şu anda okuyanlar bunu görecek, anlayacaklardır. O zaman Oltu taşının Erzurum’un kültüründeki yeri nedir? 
Tabii, doğal olarak Erzurum’da, burada çıkması münasebetiyle -200 yıl önceki tarihi itibariyle söylüyorum- diğer taşlara erişim kolay değildi. Bizim kültürel olarak bildiğimiz bir akik, turkuaz, onun dışında inci, mercan, pırlanta, elmas gibi şeyler. Yörede bilinen taşlar bunlardı. Daha sonra teknolojinin gelişimiyle taş işleyen ülkeler -işte Almanya, Çin gibi- dünyanın her tarafından ham taşları alıp onları takı taşı olarak işlediler. Bizim ithalatçılarımız da onları alıp getirdiler. Biz de onlardan satın alıp takılarımızda kullanmaya başladık. Ama öncesinde sadece Oltu taşı ve akik vardı. Akik de doğal haliyle ancak bize geliyordu onu taşı takıya dönüştürüyorduk. Sertliğinden ötürü işleyemiyorduk. Oltu taşının işlenmesine kolay derken de işlenme sertliği, yumuşaklığından ötürü kullandığımız teknolojinin kolaylığından bahsediyorum. Yoksa Oltu taşı oldukça kırılgan bir taştır, işlenirken kırılgandır. Çok hassasiyet ister, ustalık ister, özenerek sabırla onu işlemek lazım. O yönüyle bir de doğal olarak onun bir kirliliği falan da var. Sağlığa da olumsuz etkileri var. Onlara da dikkat ederek işliyoruz. 

Sonradan mı sertleşiyor Sabahattin Ustam?

Sertliğini muhafaza ediyor. Sadece cila olduktan sonra artık kırılgan özelliğini büyük ölçüde kaybediyor. O cila, gözeneklerini kapatıp hava almasını önlüyor. O yüzden de çok uzun yıllar yani işte 100 küsur yıllık ürünler zaman zaman elimize geçiyor. Yani bize geliyor. Ta şte babaannesinin annesinden vesaire kalmış. 

Ne yapılmış o dönemlerde daha çok? 

Kolye olarak kullanılmış. Ağızlık olarak kullanılmış. 

İlk başta ağızlık demiştiniz zaten.

Evet, evet. Daha çok kullanılan bir alan. Genelde doğum yapmış kadınların boynuna kolye olarak asmışlar. Yani bugünkü ismiyle karabasan dediğimiz şeyin oluşmaması için, onun korkularını yenmesi için ki bunu da inanarak anlatıyor insanlar. Bu amaçlarla kullanılmış geçmişte. 

2.bölümün sonu
 

Yazarın Diğer Yazıları