• Haberler
  • TOPLUMSAL DÖNÜŞÜM NEREYE SÜRÜKLENİYORUZ…

TOPLUMSAL DÖNÜŞÜM NEREYE SÜRÜKLENİYORUZ…

Yaratılış gayesi Yaratıcısına karşı kulluk olan insanoğlu, nefes alıp/verdiği her anı bu bilinç ve duygu ile değerlendirmek ve yaşamına bir anlam katmak durumundadır. Yüce Rabbimiz mükellefiyet sahibi kıldığı kullarını iradi tercihleri ile Kendisine kulluk etmelerini bildirmektedir. Yaratılış fıtratları itibari ile tercih şansları olmayıp sadece hamd ile tesbih ve takdis etmek olan Melekler ve diğer canlılardan insanı ayıran en temel ve belirgin özellik bu tercihi kendisinin yapacak olmasıdır. Tabii ki tercihin insiyatifliği, bunun sorumluluğunu da beraberinde getirecek ve yeniden diriliş ile mükfat/ceza ile karşılaşacaktır.

Allah (CC) insanı pişmiş çamurdan yarattığında “Mutlak anlamda tek yaratıcı, yaşatıcı, hükmedici, öldüren ve diriltenin…” Kendisi olduğunu fıtratına kodlamış ve ruhlar âleminde ahit almak suretiyle dünyadaki hayat mücadelesinin rehberliğini yapacak öğretileri bildirmiştir. Diğer iradi ve mükellef varlık Cinlerden olan İblis ise, yaratılış üstünlüğünü gurur/kibir gerekçesi yaparak Allah’a emrettiği şeyde isyan etmek suretiyle dünya hayatının diğer önemli aktörü haline gelmiştir. Bu kıyamete kadarda devam edegelecek olan Tevhid/Şirk (İyi/Kötü) mücadelesinin de iki önemli oyuncu tarafından dünya sahnesindeki rollerini oynamaları anlamına gelmektedir. Kendisine İnsanoğlunu kıyamete kadar azdırması için izin verilenlerden olan İblis ile insanoğlunun mücadelesidir. İki yaratılmış mükellef varlığın amansız mücadelesinin kazananı şüphesiz ki, Allah’ın Kendisini mutlak yaratıcı ve otorite kabul eden insan ve Cin topluluğundan salih kulları olacaktır. Allah (CC) rahmetinin bir yansıması olarak elçileri vasıtasıyla gönderdiği vahyi ile sürece müdahale edecek, azdırılmış ve saptırılmış toplulukları fıtrat kodlarındaki ahitlerini hatırlatmak suretiyle sıratı müstakime ulaştırmaya çağıracaktır.
Allah’ü Teâlâ 14,5 asır önce yine insanoğlunun yoldan çıktığı bir süreçte kendi kavminin içinde bir ömür geçirmiş olan erdem/ahlak sahibi HZ. Muhammed’i (as) uyarıda bulunmak ve adeta insanoğlunun fabrika ayarlarına yeniden dönmesini sağlayacak öğretilerle göndermiştir. Hira’da başlayan bu süreç 23 yıl sonra Medine’de mescidindeki evinde son nefesini vermesi ile son bulacaktır. Bu son nefes aynı zamanda elçiler zincirinin de son nefesi olacaktır. Allah, kıyamete kadar yeni bir elçi göndermeyeceğini, fakat son elçiye vermiş olduğu tek mucizesi Kerim Kitabın korumasını üzerine alarak rahmetini kullarına bununla sürdüreceğini bildirmektedir. Öyle bir kitap ki asırlar geçse de tazeliğini/canlılığını koruyacak Ona sarılana ışık tutacak, iman edenler için hidayet kaynağı/rehberi olacaktır. İnsanlığın her daim hüsranının çıkış noktasının da bu kitabın hakikatlerine iman etmek, imanın hayattaki tezahürü/ispatı salih amel işlemek, paylaşımcılık ruhunun/kardeşliğin yansıması hakkı tavsiye etmek ve gösterilen tüm karşı çıkışlara karşı sabrı elinde tutmayı öğretmektir.
Vahyin kendisinde şekillendiği ve risalet öncesi/sonrası yaşamında en ufak bir çelişkinin olmadığı, tüm davranışlarının vahiyle kontrol edildiği Allah Resulünün hayatı bizim için kendisinde çok güzel örneklikler bulacağımız mükemmellikte olmasından dolayı “ROL MODELDİR.” Geldiği dünya, Kerim kitabımızın hayatlarından çok değişik kesitlerin sunulduğu geçmiş kavimlerin ön plana çıkmış olan insani/ahlaki sapmalardan kesitlerin yaşam felsefesi haline geldiği topluluklar ve devletlerdir. Özellikle Mekke; Putlara tapan, leş yiyen, zayıf bırakılmış ve kimsesizlere karşı acımasız davranan, komşu hukuku gözetmeyen, adaletin kuvvetli/güçlüden yana çalıştığı, alış/verişte faizin, tefeciliğin, stokçuluğun ve irtikâbın normalleştiği, gayri resmi birlikteliklerle evlilik ve aile hayatının yok edilmeye çalışıldığı, kız çocuklarının diri diri gömüldüğü çok cahil bir milletti. İşte böyle bir topluma gönderilen Allah Resulü Ebu Kubeys tepesine çıkarak başta Mekke olmak üzere bilinen dünyaya fıtrat kodlarındaki hakikatleri yeniden hatırlatmak ve erdemin/ahlaklın/adaletlin, gücün kuvvetliden değil haktan yana olduğu, emanetin korunması gerektiğini, yalan ve iftiralarla insanların karalanmadığı, kimsenin aldatılmasına izin verilmediği, yetimin/öksüzün/yolda kalmışın korunduğu, utanç vesilesi kılınan kız çocuklarının yaşam haklarının tekrar kendilerine tevdi edildiği, akraba ve komşuluk ilişkilerinin değer atfedildiği, alış/verişte hakkaniyetin en önemli haslet haline getirildiği bir toplumun oluşumunu onlara göstermek için kıyamete kadar sürecek toplumsal çağrıyı başlatmıştır. Eşinin ve çocuklarının kendisine iman etmesiyle, İslam toplumunun en küçük yapı taşı aile örnekliğini sunmuştur. Tebliğde akrabalarının öncelikli muhataplar olduğu gerçeğinden hareketle bu kutlu mesajı onlara verdiği yemek daveti ile gerçekleştirmiştir. Yakın arkadaşları, mahallesi ve şehri olmak üzere davetin halkaları oluşmaya başlamış ve Mekke’ye çeşitli gerekçelerle dışarıdan gelenler başta olmak üzere, Habeşistan/Medine hicretleri ile davet şehir ve ülke sınırlarını aşmıştır. Bu dönem; Dinin toplumsal hayata yansıması ve gelecek nesillere güzel örneklikler teşekkül ettirecek “ASRISAADET” dönemi olarak tarih sayfalarındaki yerini almıştır. Vefatından kısa bir süre önce gönderdiği elçiler başta Ortadoğu coğrafyası olmak üzere bilinen dünyaya bu kutlu mesaj ulaştırılmıştır. Hz. Peygamber’in vefatından sonra ise duyarlı sahabeler yeryüzünü kendilerinin tebliğ alanı olarak addederek dünyayı dolaşmaya ve insanlığı “kula kul olmaktan kurtarıp, Allah’a kul olmaya, dinlerin zulmünden İslam’ın aydınlığına çıkarmaya” davet etmişlerdir. Dört halife dönemi de asrısaadeti devam ettirici tarzda tarih sahnesinde gelecek nesiller için güzel örnekliklerin alınacağı bir dönem olarak yerini almıştır. 19. Yüzyıla gelene kadar İslam siyasal anlamda güç/otorite olma özelliğini sürdürmüştür. Bu dönem de kesinlikle yönetim/icraatlarına katılmayacağımız adalet ve erdem yoksunu zalim idareciler olduğu gibi, ara ara asrısaadeti aratmayacak adil ve erdem sahibi yöneticilerle de karşılaşmaktayız.
Bizler; Allah’ın, yaratılan ilk insandan kıyamete kadar yaşayacak son insana kadar sorumlu tuttuğu, katında en mükemmel kıldığı ve razı olduğu din olarak tamamlanmış bir İslam ile muhatabız. Yaşamımızın nasıllığını ve niceliğini belirleyen sistemin adıdır İslam. Dolayısıyla bizim farklı bir arayış içerisine girmemiz razı olunmayacak, kabul görülmeyecek bir davranıştır. Korunmuş olan Kerim Kitabımız güncelliğini ve tazeliğini, aynı zamanda diriliğini ve canlılığını sürdürerek bizlere bizim asrımıza, bizim insanımıza bir şeyler söylemekte ve istemektedir. Fatiha dan Nas suresine kadar Mushaf’ın yaprakları arasındaki her bir ayet okunduğunda, tefekkür, tezekkür, tedebbür ve akletmeyle anlaşılır kılındığını ve verilmek istenen mesajların çok net olduğunu göstermektedir. Bunlar Allah’ın sınırları olarak vahyedilmiş ve bunun dışına çıkılmaması gerektiği bildirilmiştir. Sınırları zorlamanın, aşmanın ne gibi bir ceza ile karşılanacağı bildirilerek uyarılmıştır. Bu hakikatleri kabul edip yaşam felsefesi haline getirenleri kendi boyası ile boyadığını ve kendi isimlendirmesi ile isimlendirdiğini bildirmiş ve başta mesajı getiren elçiler olmak üzere tüm insanlığa “Müslümanların ilki olmakla emrolunduklarını” vahyetmiştir.
Yaşadığımız asır maalesef kendisinde çok güzel örnekliklerin bulunduğu Allah Resulünün hayatından izdüşümünün en az yaşandığı, Allah’ın vahyettiği dinin (ed-din) hayata en az müdahil olduğu ve yaşamın daha çok sekülerleştiği bir asır olarak geçmektedir. Yani insanlık bu asırdaki sınavını başarılı bir şekilde verememekte, başta imani hakikatler zedelenerek adeta yeni bir din tasavvuru oluşturulmak istenmektedir. İznik Konsili ile batının yaşadığı kırılmayı/bozulmayı 20. Ve 21. Yüzyıllarda İslam coğrafyası çok acımasız/sinsi bir şekilde yaşamaktadır. 15/17. Yüzyıllar arasında vahşetin her türlüsünün sergilendiği Hristiyan dünyasındaki mezhep savaşları 21. Yüzyılda İslam coğrafyasının kaderi olmuştur.
Bu topraklarda bizim insanımıza dayatılmak istenen, batının kendince hümanist/özgürlükçü/eşitlikçi kıldığı yönetim şekli olarak demokrasiyi, ticarette sınırsız harcama ve tüketme alışkanlığı ile tüketiciyi, sınırsız kar etme duygusu ile satıcıyı yönlendiren kapitalist/liberalist ekonomik sistemi ile adeta vazgeçilmezler kılınmak istenmektedir. Medeni hukuk aile ve toplumu kendi hukukundan ve değerlerinden soyutlarken, ceza hukuku adeta suç teşvikçisi bir sistemden öteye geçememiş, insanların düşünceleri ile uğraşmaktan öte bir caydırıcılığı olamamıştır. Bu zehirler bizim insanlarımıza altın kâse de ikram edilmektedir. Kirletilmiş zihinlerde İslam tez olmayı bırak, alternatif olarak dahi konuşulamamakta, başta batılı kurum/kuruluşlar tarafından düşman konsept tanımlamasının en başına yerleştirilerek korku imparatorlukları oluşturulmaktadır.
Son iki yüzyıldır İslam coğrafyası siyasi otoritesini kaybetmenin verdiği şaşkınlık ve yıkımla ne yapacağını bilemez duruma düşürülmüştür. Bu toprakların insanları coğrafyamızın ana unsurlarını/renkliliğini oluşturan etnisite başta olmak üzere, mezhep, hizip, meşrep ayrılıkları farklı inanç şekilleri gibi algı oluşturarak birbirlerine düşman kılınmışlardır. Yaşanan karşıt devrimler ve yönetim değişiklikleri toplumların din algısı başta olmak üzere yaşamlarındaki gelenek/örf/adetlerden oluşan tüm değerleri tartışılır hale getirmiştir. Sömürgeci zihniyet toplumların önce zihinlerini, sonra bedenlerini ve en sonunda da topraklarını kirleterek her türlü saldırıyı gerçekleştirmiş ve adeta laboratuvarda tasarladığı prototipi piyasalara sürmüştür. Bu süreçte din; Hayattan soyutlandırılmamış, tam aksine yozlaştırılarak anlamsızlaştırılmıştır. Sentezci bir tasarım tutmuş ve din yanına eklenen birçok beşeri ideolojinin tanımlamaları ile çok farklı bir boyut almıştır. Modernizm bu sentezci din anlayışı ile her evde, her yerde milyonlarca Kur’an’ı Kerim Mushafları olmasına rağmen, toplumlar Kur’ansız bir hayat yaşamaya mahkûm bırakılmışlardır. Kuran’ı kutsamak onu evlerin ve iş yerlerinin en güzel yerlerinde teşhir etmek veya entelektüel birikime katkı sağlayan içi boşaltılmış, kimseye fayda sağlamayan tartışma konularının birer unsuru kılınmıştır. Hiçbir şekilde yaşama müdahalesine göz yumulmayarak bunda ısrarcı olanlar fundamentalist (kökten dinci/radikal) ilan edilmişlerdir. Devlet ricali ise, kendi oluşturdukları dini müesseseler kanalıyla, dinin gerçek sahibi vurgusuyla, eklemeler, tahrifatlar yaparak resmi ideolojilerinin olmasını arzuladığı yaşam tarzının toplumlara dayatılması noktasında delil olarak kullanmışlardır. Okunmaması için dindar kılıklı zavallılar başta olmak üzere resmi makamlar bu kitabın Arapça bilmeden anlaşılamayacağı tezi ile insanları uyutmuşlardır. Aslında muharref hale getirilen ve topluma dayatılan bu yeni din, halk yığınlarının bir afyonu haline getirilmiştir. Birleşik Krallık Başbakanı William Ewvart Gladstone’nun 1800 lü yıllardaki “Kur’ansız toplum oluşturma” hayali coğrafyamızda yerli işbirlikçilerinin de çanak tutmasıyla maalesef gerçekleşmiş durumdadır.
Modern dünyanın argümanları öncelikle insanın düşünsel alanına müdahale ile başlayıp daha sonra bunu yaşam felsefesi haline getirmektedir. “İnandığı gibi yaşamayan, yaşadığı gibi inanmaya başlar” sözünün pratik hayatta yankı bulmasıdır. Mümin, iman tercihinin ret ile başlayan bir hayat felsefesi, yaşam mantalitesi olduğunu bilmek zorunda olan kişidir. Ulûhiyet ve Rububiyet iddiasında bulunan her şeyin reddi. Mutlak anlamda yaratan, yaşatan, öldüren, tekrar dirilten, yoktan var eden, yöneten, Rezzak olan, yerlerin ve göklerin -tüm kâinatın- tek hükümranı olan Allah’ı (CC) tasdik. O’nun boyası ile boyanmayı, O’nun isimlendirmesi ile isimlendirmeyi, O’nun izzet/şeref kıldıkları ile izzetlenmeyi/şereflenmeyi, O’nun razı olduklarını yapıp/razı olmadıklarından kaçınmayı, emrettiklerine tabi, nehyettiklerinden sakınmayı dil ile ikrar, kalp ile tasdik, uzuvlarla gereğini yerine getirmek olduğunun bilinci. İhtilaflarımızda ve anlaşmazlıklarımızda Kendisine ve Elçisine müracaat etmemizin tereddütsüz/koşulsuz kabulü. Yapılacak her türlü uzlaşma tekliflerinin, dinler arası diyalog safsatalarının “sizin dininiz size, bizim dinimiz bize” buyruğu ile reddi. Dünya hayatının bir oyun ve eğlenceden ibaret olduğunun, kadının, evlatların, kantar kantar altın/gümüşlerin, ekinlerin, salma atların, davar/sürülerin, bağların/bahçelerin, villaların/köşklerin insanoğluna süslü gösterilen dünya nimetleri olduğunu, ama asıl kazancın bunları ve bunlar kadar sevgili kılınanların Allah yolunda sarf etmek olduğunun bilincidir. Yakıtı insanlar ve taşlar olan Cehennem ateşinden kendimizi, evlatlarımızı, eşimizi, anne/babamızı, kardeşlerimizi, yakın/uzak akrabalarımızı, komşularımızı, tüm insanlığı koruma dürtüsünün hareketliliğidir bu kabul. Allah’ın dinin az bir paha- ki tüm dünya ve içindekiler olarak anılır- ile satılmaması gerektiğinin tasdikidir. Allah’a verilen borcun en güzel borç olduğu ve mükâfatının ancak Kendisi tarafından ödeneceğinin bilinci ve şuurudur.
Peki, bugünün dünyasına biz müminler boyamızın rengini ne kadar yansıtabiliyoruz. Sorumluğumuzun idrakini taşıyarak ailemizden başlamak üzere yakın/uzak akrabaya, komşulara, mahalleye, semtimize, şehrimize, ülkemize ve tüm dünyaya rengimizi ne oranda yansıtabiliyoruz? Gerçekten Allah’ın boyasının rengini mi taşıyoruz, yoksa sentezlenmiş, grileşmiş, pembeleşmiş ne olduğu anlaşılamayan bir renk mi taşıyoruz? Apartmanlar ve sokaklar bizim rengimizin, varlığımızın yansımasını sunabiliyor mu? Ateşten korumamız gereken evlatlarımız bizim rengimizi anlayabiliyor mu? Geleceği onlarla kurmayı planladığımız çocuklarımıza hangi nasihat/tavsiye ve yönlendirmelerde bulunuyoruz? Lokman’ın (as) yavrusuna öğütlerini hangi aile aynı duyarlılıkla iletebiliyor? Ne diyor Lokman (as) oğulcuğuna;
“Lokman, oğluna öğüt vererek demiş ki: -Yavrucuğum, Allah’a şirk koşma, çünkü şirk çok büyük bir zulümdür. İnsana anne ve babasına iyi davranmasını tavsiye ettik. Annesi onu sıkıntıdan sıkıntıya düşerek karnında taşıdı. Sütten kesilmesi de iki yılı buldu. Şükret bana ve anne ve babana. Bana’dır dönüş! Eğer seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi, bana ortak koşman için zorlarlarsa sakın onlara itaat etme, onlarla dünyada hoşça geçin. Bana yönelenlerin yoluna uy. Sonra dönüşünüz yine banadır. Ben de size yaptıklarınızı haber vereceğim. (Lokman:) -Yavrucuğum, bir hardal tanesi ağırlığınca bir şey yapsan, büyük bir kayanın içinde veya göklerde veya yerin dibinde bile olsa, Allah onu ortaya çıkarır. Allah’ın lütfu boldur, her şeyden haberdardır. Yavrucuğum, namazını kıl, iyiliği emret, kötülüğü engelle, başına gelene sabırlı ol. Çünkü bunlar, yapılması gereken işlerdir. Halktan yüz çevirme, yeryüzünde böbürlenerek çalımlı yürüme! Çünkü Allah, övünen ve büyükleneni sevmez. Yürüyüşünde tabii ol. Sesini kıs, çünkü seslerin en çirkini eşeğin anırmasıdır.” (Lokman, 13-19)
Yaşam felsefemizin Batılılaştığı bir dünyada değer yargılarımızda biz olmaktan çıkmak durumundadır. İnsanlar kalabalıklar içerisinde yalnızları yaşamaya mahkûm bırakılmış gibi bir hayat sürmekte, daha müreffeh bir hayatın sahibi olmak için geceli/gündüzlü, kadınlı/erkekli çalışmalar, koşuşturmalar insanlara kimlik erozyonu yaşatmaktadır. Çocuklarını kreşlerde büyüten nesiller geleceklerini istemeseler de huzurevlerinde tamamlamaktan öteye gidemeyeceklerdir. Daha yakın zamana kadar üç nesil, dört nesil bir arada yaşayan bizler çekirdek ve çekirdekçik ailelere bölündük. Temel nedeni birbirimize yabancılaşmışlığımız, tahammülsüzlüğümüz, refahımız, bencilliğimiz, kıskançlığımız, kimliksizleşmemizdir. Evlerimiz, eşyalarımız ve bunlara bakış açımız ne kadar rengimizi yansıtmaktadır. Moda makerların, imaj makerların yönlendirmesi ve yönetmesi altına girmiş bir kuşatıcılığın maalesef aciz varlıkları haline dönüşmüş durumdayız. Evlerimize arabalarımıza gösterdiğimiz itinayı, ahengi çocuklarımızda, insanımızda gösterebiliyor muyuz? Adeta kalıcı konutlara dönüştürdüğümüz bu mekânlar bizim Allah ile olan birlikteliğimizi ne kadar sağlıyor ve diri tutuyor? Evlilik yaşı otuzlara dayanmış, boşanma oranları evlenme oranlarını geçmiş, gayri meşru arkadaşlık ilişkileri normalleşmiş, kız erkek arasında gösterilmesi gereken mahremiyet ilişkileri zedelenmeye başlamış olan bugünün dünyasını bizler imar ettik. Çocuklarımıza sağlık bir İslami bilinci yerleştiremedik. Dünyevi kaygılar, uhrevi kaygıları unutturdu. Ahiret yakin olmaktan, ırak olmaya evrildi. Daha iyi bir meslek sahibi olmak başta kız çocuklarımızın varlık felsefesi haline getirildi, “elinin ekmek tutması, elin erkeğinin ağız kokusunu çekmekten çok iyi” olduğu düşüncesi daha başlamadan biten evliliklerin maalesef çok acımasız habercileri oldu. Ayrışmış ailelerin çocuklarının toplumda ne yaralar açtığını/açacağını düşünemedik. Nihai noktada psikologların ruh halimize müdahale ederek bizi yaşayan ölülere dönüştürmesini bile birer kurtuluş gibi görmeye başladık. Kurtuluşu bile nerede aramamız gerektiğini anlayamadık.
İslam coğrafyası kan ve gözyaşı içerisinde günlerini geçiriyor. Batı laboratuvarında şeytanla birlikte tasarladığı “onların yollarında durup çirkin amellerini güzel gösterme” planında başarılı oldu. Biz nefislerimizdekini Rabbimizin istediği gibi değil, nefsimizin hoşuna gideceği şekilde değiştirdik ve dönüştürdük. Namazlarımız ikame olmaktan çıkıp, sadece kılınan oldu. Ramazanlarımız eğlence aylarına dönüştü, Hac ve Umre ibadetimiz adeta turistik gezileri aratmayacak noktaya geldi, Allah’ın kitabı birilerinin maalesef hiç kimseye fayda sağlamadığı, yaşamını güzelleştiremediği, imanını tevhidi çizgiye çekemediği, amellerin salihleştiremediği boyutuyla farklı tartışma ve entelektüel okumalar kaynağı haline getirildi. Siyasi otoriteden yoksun ümmet parça parça oldu. Kendi kendini boğazlayan ve bunu da Allah adına yaptığını iddia eden şarlatanlar Allah’ın aziz dinini temsil etmeye kalkıştı. Mezhepçilik, meşrepcilik, hizipçilik, grupçuluk birilerinin laboratuvarda ki tasarımları için adeta birer iksir oldu. Dünyaya, olaylara, hayata bakış açımızı üstatlar, şeyhler belirleyerek bizi birbirimizden ayrıştırdılar. Allah’ın iman etmek ile kardeş kıldıklarını düşman/öteki/diğerleri haline getirdiler.
Gelinen nokta itibariyle, bizim topraklarımızı yakıp/yıkmak için üretilen canavarların topraklarımızdan yok edilmesini üretenlerden bekleyecek kadar acizleştiğimizi, zelilleştiğimizi göremiyor olmak basiretsizliktir. Öyle bir film izliyoruz ki filmde her sahne var. Korku, endişe, komedi, trajedi, kaos, kaygı, endişe ve sevinç. İsrail Gazze’yi yakıp/yıkıyor, darbe ile işbaşına gelmiş, masum binlerce müminin kanına girmiş Sisi ve arkadaşlarının arabuluculuğunda çözüm arıyoruz. Gazze yakılıp/yıkılırken, binlerce masum çocuk, kadın, ihtiyar başta olmak üzere insanlar katledilirken mezhepçi reflekslerini ümmetçi reflekslere galebe çalamayan başka bir hizip “buradan bir cephe açabiliriz” söylemi ile şov yapıyor. IŞİD canavarı Suriye ve Irak’ta vahşetin her türlüsünü, mezhep, meşrep, etnisite ayırımı yapmaksızın sergilerken İslam Devleti olan İran “Irak’ta Şiilerce kutsal atfedilen yerlere yapılacak saldırıları kendilerine yapılan saldırı addedeceklerini” dini ve siyasi liderler tarafından ayrı ayrı dillendirilerek ulusçu/mezhepçi reflekslerini yenemediklerini sergiliyorlar. Bu bir akıl tutulmasıdır. Bu günümüzün tüm trajedilerinin, yıkımlarının en özet dillendirilmesidir. Kavramlarımızın, kurumlarımızın marjinal yapıların oyun ve eğlencesine dönüştürdükleri sahneler içimizi kanatmıyor mu?
Yapılması gereken vasat bir ümmet olma noktasında atılacak adımlardır. Kucaklayıcı, bütünleştirici, kardeş kılacak dilin aramızda etkin olmasıdır. Allah’ın boyasının tekrar üzerimizdeki en güzel boya olmasını sağlayacak duruşu sergileyerek bu rengi çevremizde hissedilir kılmaktır. Kemmiyet duygusunun, keyfiyete galebe çaldığı dönemlerin hüsran dönemleri olduğu bilinci ile keyfiyeti kemmiyete galip getirecek davranışların sergilenmesi gerekmektedir. İslam’ın edebi ile edeplenerek kullandığımız dilden, takınacağımız tavıra kadar ötekileştirici değil, kuşatıcı/kucaklayıcı olmak zorundayız. Kerim Kitabında Yüce Rabbimiz müminlerin hasletlerini çok net ve anlaşılır bir dil ile bizlere anlatmaktadır. Nisa suresi 136. Ayeti kerimeyi bugün yeni iniyormuş gibi algılayıp yeni bir okuma yapalım ve ayetler ışığında kısaca müminlerde olması gereken vasıfları bir özetleyelim. “-Ey iman edenler, Allah’a, peygamberine, peygamberine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba iman ediniz. Kim, Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü tanımaz/inkâr ederse, muhakkak derin bir sapıklığa düşmüştür.”
Mümin o kimse ki;
·         Sadece Allah’a iman eden ve sadece O’ndan sakınan,
·         Asla yalan söylemeyen,
·         İkame edilen namazın fahşadan ve kötülüklerden alıkoyduğu,
·         Yetimi, öksüzü, yolda kalmışı gözeten,
·         Çocuklarını ve ehlini ateşten koruyan,
·         Zekât veren ve kendisine verilenlerden gizli/açık infak eden,
·         Kazancının helalliği noktasında hassasiyetini yüksek tutan,
·         Alış/verişte hile yapmaktan, aldatmaktan kaçınan,
·         Ebeveynine öf bile demeyen,
·         Borçlarına ve emanetlerine sahip çıkan,
·         Malları ve canları ile Allah yolunda cihat/mücadele eden
·         İsraf etmekten, saçıp savurmaktan ve cimrilikten kaçınan,
·         Ramazan Orucunu hakkıyla tutup bu ayı arınma ve ibadet ile ihya eden,
·         Hac ve Umre ibadetini ümmet bilinci içerisinde gerçekleştiren,
·         Allah’ın haram kıldıklarından kaçınıp helal kıldıklarına yöneleceğimizi,
·         İyiliği emredip, kötülükten sakındıran,
·         Kardeşlik duygusu ile müminlere karşı merhametli olan,
·         Gece/gündüz, gizli/açık, ayakta/yatarken her daim Allah’ın zikri ile kalplerin itminana erdikleri,
·         Zandan, iftiradan, gıybetten, kibirden kaçınan,
Daha buna benzer birçok iyi hasletlerin sahibi, kötü hasletlerden uzak durmayı hayat felsefi kılacağını deklare eden kişilerdir… 

YAZAN : MUSTAFA DOĞU


Bakmadan Geçme

Kayseri Gündem - Bizi Sosyal Medyada Takip Edin!
WhatsApp İhbar Hattı
0533 704 84 10
ÇEKİN, GÖNDERİN, YAYINLAYALIM!